info@cerkesya.org
Tilki kuyruğu, tilki başına kızgınlıkla döner ve şöyle der:
-Neden senin önde olman, önderlik etmen gerek? Ne yani sen benden daha mı güzel, daha mı görkemlisin?! İbrik sırtı gibi görünen o küçük, kuru suratın tilki görüntüsüne bir karizma katmıyor. Dolayısıyla saygınlığı da kalmadı. Bu ön görüntümüz yüzünden, günah keçisiyiz hep. Her yaptığımız kabahat. Çalı çırpı içine dalıp durduğun için, dikenlerle boğuşarak geçiyor ömrümüz. Önde olmayı hak eden benim. Liderlik kuyruğa yakışır!.
Bu sözleri o kadar ustaca, kurnazlıkla söylüyordu ki kuyruk, inanmamak mümkün değildi. Tilkide inandı zaten. İnandı, kuyruğu öne aldı. Kuyruk önde yola çıktı. Yola çıktı ve... yamaçtan düştü!
ЩХЬЭМРЭ КІЭМРЭ
- Сыт уэ ипэмкІэ ущыІэн, япэ уитын щІыхуейр, - губжь хэлъу зыхуигъэзащ бажэкІэм бажащхьэм. – ЛІо, уэ сэр нэхърэ унэхъ дахэ хьэмэрэ унэхъ бжьыфІэ?! Къубгъан джабэ нэхъей, а уи напэ гъурыжь цІыкІум бажэм фэ къытригъауэркъым. Аращ абы пщІэ лъэпкъ имыІэжу, имыщІар къытралъхьэрэ телъыр ягъэбагъуэу дунейм къыщІытенар. Пабжьэм, банэм, къуацэчыцэм дифыщІу ди гъащІэ Іыхьэр догъэхь, утфІыхэпщхьэурэ. Сэращ ІуплъапІэмкІэ щыІэнуи пэрыту, пашэу щытынуи зыхуэфащэр!
Ахэр бажэкІэм зыуэ гъэхуауэ, Іэзэу жиІэрти, уи фІэщ мыхъункІэ Іэмал иІэтэкъым. Хъуащ ар и фІэщ езы бажэми – и кІэр япэ иту ежьащ. Ежьэри… бгым щыхуащ!
МыбыкІэ жысІэну сызыхуейр мыращ: щхьэр къэдгъанэу кІэр япэ идгъэщмэ, дыщыуэнущ.
Masal “Nur” adlı dergiden alınmıştır. (2007, 5. sayı)
Türkçeleştiren: İlkay Karaduman
Kaynak: kafkasfederasyonu
Çekirge ile karınca yüksek dağın yamacında yaşarmış.
Birbirlerini çok severlermiş bu iki hayvan. İyi arkadaşlarmış. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmezmiş.
Miskin miskin oturmaktan sıkıldıkları bir gün, etrafta biraz dolaşmaya karar vermişler. Çevrelerindeki güzellikleri izleyerek, sohbet ederek geziniyorlarmış. Bir de bakmışlar ki önlerinde, içi su dolu büyük bir çukur var. Üze-rinden atlamaya karar vermişler. Karınca önce atlamak için ısrar etmiş. Atlamasına atlamış ama suyun içine "cuuuppp" diye düşüvermiş. Uğraşmış, didinmiş ama nafile. Sudan çıkmayı başaramamış. Arkadaşı çekirgeye seslenmiş:
-Hemen çavdar yığının yanına koş. Bana bir çavdar sapı getir.
Çekirge yerinden fırlamış, zıplaya zıplaya çavdar yığınına gitmiş.
Heyecan içinde olanları anlatmış:
-Ne olur, bana bir çavdar sapı ver.Arkadaşımı bununla kurtarayım.
-Tabii veririm, demiş çavdar yığını ama bir şart koşmuş.
-Sen de güvercine git, beni yememesini söyle.
Bunun üzerine çekirge doğruca güvercinin yanına gitmiş
-Çavdarı yeme güvercin. Çavdarı yemezsen, o bana çavdar sapı verecek ve ben de suya düşen arkadaşımı bununla kurtaracağım.
-Olur yemem, demiş güvercin. Ancak onun da bir koşulu varmış:
-Sen de mısıra git: bana mısır tanesi versin.
Çaresiz mısırın yanına gitmiş çekirge.
-Tanenden ne olur bana ver. Onu güvercine götüreceğim. Güvercin böylece çavdar yemeyecek. Çavdar, sapını bana verecek. Ben de suya düşen arkadaşımı bu sapla kurtaracağım.
-Veririm demiş Mısır. Ama karşılığında bir isteği varmış.
-Sen de git fareye söyle, kökümü kemirmesin.
-Bu kez farenin yanına fırlamış çekirge.
-Yardımsever fare, demiş, mısırın kökünü kemirme. O zaman mısır, tanelerinden birini bana verecek. Onu güvercine götüreceğim. Güvercin çavdar yemeyecek. O da sapını bana verecek ve suya düşen karıncayı bu sapla kurtaracağım.
Fare de "olur" demiş ama onunda bir isteği varmış.
-Git, kedinin yanına beni avlamamasını söyle.
Çekirge yine çaresiz yola düşmüş ve farenin istediği gibi, kedinin yanına gitmiş.
-Fareyi avlama, o zaman mısır kökünü kemirmeyecek. Mısır, tanelerinden birini bana verecek. Onu güvercine götüreceğim. Güvercin, çavdarı yemeyecek. Çavdar, sapını bana verecek. Ben de bu sapla suya düşen arkadaşımı kurtaracağım.
-Olur, demiş kedi .Ancak kedinin de bunun karşılığında çekirgeden istedikleri varmış.
-Güney komşumuzun en güzel kaymaklarını, kuzey komşumuzun kaz tüyü yastığını istiyorum.
Bir de mahalledeki kocaman köpeği kovmalısın.
-Bunlar da iş mi? demiş çekirge ve kedinin istediklerini, arkadaşı karıncanın hatırına bir çırpıda yerine getirivermiş.
Bunun üzerine kedi, fareyi avlamamış. Fare, mısır kökü kemirmemiş. Mısır, tanelerinden birini çekirgeye vermiş. Çekirge bunu güvercine götürmüş. Güvercin çavdarı yememiş. Çavdar, sapını çekirgeye vermiş. Çekirge sonunda bu sapla arkadaşı karıncayı kurtarabilmiş.
Masalda burada bitmiş
Derleyen: Nart BOZKURT-Nart Dergisi 69. sayı
Kaynak: kafkasfederasyonu.org
Horoz, Köpek, Kedi ve Eşek yanlarına bir de heybe alarak, birlikte geziye çıkmışlar. Giderken yolda bir kurt kafası bulmuşlar ve onu da heybelerine koyup Eşeğin sırtına bağlayarak yollarına devam etmişler.
Uzakta bir ateş görüp oraya yaklaştıklarında, üç tane Kurdun bir kulübede paste (bir Çerkes yemeği) pişirip oturduklarını görmüşler.
Onların geldiğini gören Kurtlar pek sevinmişler:
- Şansımız varmış, bunları da paste'ye katık eder yeriz, demişler.
Ötekiler ise çok korkmuşlar ama "kaçarsak durumumuz daha kötü olur, bari yanlarına gidelim" diyerek Eşek önlerinde olduğu halde onlara yaklaşmışlar.
- Sayın ev sahipleri, bizler de elimizde bulunduğu kadarıyla öğle yemeğinize katkıda bulunmak istiyoruz, diyen Eşek heybelerindeki Kurt kafasını ortaya atıvermiş.
Kurt kafasını gören Kurtların ödleri kopmuş.
- Eyvahlar olsun! Yoksa bunlar Kurt eti ile mi besleniyorlar, diyerek korkuyla titremişler.
Önce Kurtların en genci "su getirme" bahanesiyle dışarı çıkıp evden uzaklaşmış.
- Yahu bu ne kadar gecikti, diyen yaşlıcası da ona bakma bahanesiyle peşinden gitmiş.
- "Çocuğu bir işe gönderirsen peşi sıra senin de gitmen gerekir" diye ne kadar doğru söylemişler, neden bu kadar geciktiler acaba? diyen en yaşlı Kurt da onlara bakma bahanesiyle sıvışmış.
Kurtlar böylece evden kaçtıktan sonra Horoz, Köpek, Kedi ve Eşek hep birlikte sofraya oturup, Kurtların pişirdiği Paste ile getirdikleri Kurt kafasını bir güzel yemişler.
Gece olunca, Horoz ocağın içindeki ızgaranın üzerine tünemiş. Kedi ocağın küllerinin içine kıvrılıp yatmış, Köpek kapının önüne, Eşek ise ocağın yanındaki odunluğa uzanmışlar.
Aradan bir süre geçtikten sonra, korkarak evden kaçmış olan Kurtlar, geride kalanların ne yaptığını merak ederek içlerinden birini ortalığı kolaçan etmek üzere eve yollamışlar.
Kedinin gözleri ocağın külleri arasında kor gibi parlıyormuş. Kurdun ona doğru yönelmesiyle Kedinin tırmalaması bir olmuş. Fırlayıp odunluğa doğru koşan Kurda bu kez de Eşek bir tekme sallamış. Dışarı fırladığında ise Köpeğin hışmına uğramış. Can havli ile kaçarken Horoz peşinden "Ku-Ku-Reku" diye haykırıyormuş.
Kafası gözü parçalanmış bir halde arkadaşlarının yanına dönmüş.
- Haberler nasıl, hala evdeler mi, yoksa gitmişler mi? diye soran arkadaşlarına şöyle demiş:
- Eve girdiğimde ocakta bir şeylerin parladığını gördüm, yaklaştığımda beni tırmaladı. Fırlayıp odunluğa kaçtığımda birisi kafama bir odun yerleştirip beni köşeye attı. Tam evden dışarı kaçacağım sırada da bir şey beni ısırdı. Bir diğeri ise "yakalayın, ben de döveceğim" diye peşimden bağırıp duruyordu.
Arkadaşlarının bu anlattıklarından büsbütün ürken Kurtlar "en iyisi biz bunlardan uzak duralım" diyerek korkuyla oradan uzaklaşmışlar.
SENİYE BERZEG-Çocuklar için Çerkes Masalları Kitabından
Kaynak: kafkasfederasyonu.org
Bir varmış bir yokmuş, bu dünya yaratıldığında insandan daha güzel sadece peri kızı varmış. Meryemşavo’nun kız kardeşi Meryemguaşe doğduğunda peri kızından da daha güzelmiş. Ama küçük bir kızken çiçek hastalığına yakalanıp ölümün eşiğine gelmiş.
Ülkede bir kâhin varmış, Meryemşavo atına atlayıp onun yanına gitmiş:
-Yarabbi, ecelin bir çaresi var mıdır, demiş.
Kâhin yürürken sık sık sakalının ucuna basıp düşermiş, konuğunu karşılamaya çıktığında Meryemşavo hemen atılıp yaşlı adamın sakalını, ipek çilesi tutar gibi iki eliyle kaldırmış. Bu, yaşlı adamın çok hoşuna gitmiş:
- Bu dünyada bunu söylediğim kimse yok delikanlı, ama iyi terbiyen hatırına sana söyleyeceğim. Küçük kız kardeşin iyileştiğinde bunu hemen unutacaksın.
- Kabul ediyorum.
- İyi öyleyse, delikanlı. Şeçerışha’da gür yapraklı, güzel bir armut ağacı yetişiyor, ağacın köklerinden su çıkıyor. Oradan çıkan suyu hava aldırmadan doldurup, ağzı kapalı götürüp kız kardeşine içirirsen ecelin elinden kurtulur. Ama o ağaçta bir anneden doğmuş, süt köpüğü kadar beyaz üç güvercin yaşıyor. Onların izni olmadan bir damla su dolduramazsın, o üç güvercinin dileğini yerine getirirsen istediğin olur, demiş.
Meryemşavo yaşlı adama teşekkür edip atına atlamış, Şeçerışha’ya gitmiş.
Üç güvercin yeşil armut ağacında oturuyormuş. Mereyemşavo en büyüğünün yanına yaklaşıp dileğini söylemiş:
- Küçük kız kardeşim ölüm döşeğinde yatıyor, bu temiz suyunuzdan bir yudum dolduracaktım, ne olur izin verin, demiş.
- Bana ne senin derdinden, diye ağlamaya başlamış büyük güvercin. Annemi vurup pşıya (Prens) yedirmeye götürdüler, tüyleri yolunmadan onu bana geri getirirsen ben de dileğini yerine getiririm.
Meryemşavo geri dönmüş, pşının mutfağına gelmiş. Beyaz güvercini tam yolacakları sırada atılıp ellerinden kapmış. Ama avludan çıkarken pşının adamları onu yakalamışlar, güvercini biz vurduk, karşılıksız vermeyiz, demişler.
- Bedeli nedir?
- Kır bir şağdiy (At Cinsi)
Meremşavo insanlar arasında öyle atı olan tek kişiymiş. Yalvarmış yakarmış ama atı vermeden bırakmamışlar. Ne yapsın, Meryemguaşe ölüm döşeğinde yatıyor. Atından inip yürüyerek avludan çıkmış, Şeçerışha’ya gidip büyük güvercine annesinin ölüsünü vermiş. O da ağzıyla pınardan bir yudum su alıp ağzına koymuş ve anne güvercin canlanıp kanatlanmış, ağacın tepesine konmuş.
Meryemşavo suyu doldurmak için eğildiğinde ortanca güvercin gelip önüne konmuş:
- Bu pınarın üçte biri benim hakkım, demiş.
- Küçük kız kardeşim ölüm döşeğinde yatıyor, bu temiz suyunuzdan bir yudum doldurayım...
- Vallahi, kız kardeşin beni ilgilendirmez, demiş ortanca güvercin. Benim talihsiz üç küçük yavrumu yılan yemek üzere, yemediyse elinden kurtar, yediyse karnından çıkar getir, ondan sonra dileğini yerine getiririm.
- Üç küçük yavrun nerede?
- Şıgobıkuaşha’da yetişen en büyük ağacın tepesinde bir yuva var, talihsiz üç küçük yavrum işte orada, demiş ortanca güvercin.
Meryemşavo hemen Şıgobıkuaşha’ya gitmiş. Orada kocaman bir ağaç varmış, o kadar uzunmuş ki tepesi göğe değiyormuş. Ağaca tırmanmak için bir yılan sürünüp gelmiş. Ağacın altında bir insan görünce yılan dikilmiş, ağzıyla delikanlıyı yakalamaya çalışmış. Meryemşavo okunu çıkarmış, yayına takmış ve yılanın ağzına nişan alıp oku fırlatmış. Yılan, ağzıyla başaramayınca kuyruğuyla vurup onu yere devirmiş.
Meryemşavo’nun orada ne kadar yattığını Tanrı bilir, ama kendine geldiğinde yılan çoktan ağacın yarısına tırmanmış. Meryemşavo başını bir uğultuyla yukarı kaldırdığında kocaman bir kartalın gökte süzüldüğünü görmüş. Kartala:
- Kuşların hayatı tehlikede, inip beni yukarı kaldırırsan bu yılanı öldürürüm, üç güvercin yavrusunu kurtarırım, demiş. Kartal yere inmiş, delikanlıyı boynuna bindirmiş ve havalanmış.
Meryemşavo’ya demiş ki:
- Ben de bu koca yılandan korkuyorum, şimdi yanından uçup geçeceğim, atlayabilirsen atla, yoksa kalırsın.
Kartal, ağaca tırmanan yılanın ortasına gelecek şekilde uçup geçerken Meryemşavo kılıcını çekmiş, ortasından vurup yılanı ikiye bölmüş.
- Şimdi delikanlı, demiş kartal, - bu öldürdüğün yılanın kanı buharlaşınca güvercin yavruları ölecek, yaptığın da boşa gidecek. Seni kaldırayım da yuvayı al, yavruları sahibine götürelim.
- Haydi, acele edelim öyleyse, demiş Meryemşavo. Kartal gökyüzüne kadar yükselmiş, yuvayı alıp ortanca güvercine götürmüşler.
Meryemşavo kartala teşekkür etmiş, suyu doldurmak için pınara yaklaştığında en küçük güvercin gelip önüne konmuş:
- Bu pınarın üçte biri benim hakkım, demiş.
- Küçük kız kardeşim ölüm döşeğinde yatıyor, demiş Meryemşavo. Ne olur bu aydınlık suyunuzdan bir yudum doldurayım...
- Vallahi, senin küçük kız kardeşin beni ilgilendirmez, demiş küçük güvercin. Benim kaşenim (Sevgili, Yavuklu) küsüp İstanbul’a gitti, onu bulup bana geri getirirsen, ben de dileğini yerine getiririm.
- Kaşenini nasıl tanıyacağım?
- Akça pakça, ak boyunlu bir güvercin. Ak gerdanında siyah bir benek var.
“Kır şağdiyim de yok, İstanbul’a nasıl giderim”, diye düşünmeye başlamış Meryemşavo. Aklına başka çare gelmeyince kartalın yanına gitmiş, yalvarmış, “İstanbul’a kadar beni götür getir, döndüğümüzde dile benden ne dilersen”, demiş.
- Sözünde durursun değil mi, diye sormuş kartal.
- Yer gök şahidim olsun!
Koca kartal Meryemşavo’yu sırtına alıp İstanbul’a götürmüş. İstanbul ormanını aramışlar, aramışlar, ama güvercini bulamamışlar. Dönüp gelirken yolda Meryemşavo’nun ensesine bir şey damlamış. Bu nedir diye başını kaldırıp bakınca bir de ne görsün; ak boyunlu güzel bir güvercin ağlayıp dalda oturuyor, güzel ak gerdanında da simsiyah bir benek var! Meğer damlayan onun gözyaşıymış.
- Ne oldu sana küçük güvercin, diye sormuş Meryemşavo.
- Sevdiğimin kalbini kırıp buralara geldim. Şimdi de onu özledim, ne yapacağımı bilmiyorum, demiş ak boyunlu güvercin.
- Ben onun elçisiyim, kaşenimi geri getir diye beni gönderdi, demiş Meryemşavo.
Küçük güvercin sevinmiş, o da kartalın sırtına binmiş ve geri dönmüşler.
Meryemşavo kartala teşekkür etmiş, pınarın suyundan doldurmak için yaklaşınca üç küçük güvercin gelip önüne konmuş.
- Başka ne kaldı, demiş neşesi kaçan Meryemşavo.
- Bir şey kalmadı, demiş büyük güvercin. - Bu dünyada bir kardeşimiz varsa, ikincisi de sensin. Ama bu suyu hava aldırmadan dolduramazsın. Sen git, biz o sudan küçük kız kardeşine birer yudum getiririz, demiş. Delikanlı evine dönmüş, avlu kapısından girerken Meryemguaşe onu karşılamış.
- Hoşgeldin ağabey, demiş.
- Bu nasıl oldu, seni kim iyileştirdi, diye şaşırmış Meryemşavo.
- Vallahi, nasıl oldu bilmiyoruz, demiş annesi. Üç beyaz güvercin gelip kız kardeşinin ağzına birer damla su bırakıp gittiler, demiş. Ondan sonra iyileşip ayaklandı.
Meryemguaşe’nin yüzü çiçek bozuğu olmuş ve bütün güzelliği kaybolmuş. Meryemşavo onu görünce yüreği sızlamış ama bir şey belli etmemiş.
Ama böyle bir şey gizlenebilir mi? Meryemguaşe ucube oldu, diye konuşmaya başlamışlar. Küçük kız başına geleni anlayınca çok ağlamış, ama yaşı küçük olduğu için çabucak unutup arkadaşlarının arasına katılmış.
Derken zaman geçmiş, Meryemguaşe’nin evlenme çağı gelmiş. Köyün kızları, delikanlıları evleniyor, Meryemguaşe’nin adını kimse anmıyormuş. Arkasından bakan gıpta ediyor, yüzünü gören pişman oluyormuş. Meryemguaşe gittikçe zayıflamış, insan içine çıkmaz olmuş, ağabeyi de bu duruma çok üzülüyormuş. Bir gün Meryemşavo ağzından kaçırmış:
- Ah, ağabey, demiş, Meryemşavo’nun kardeşi evde kaldı diye seni utandıracağıma çiçekten ölseydim daha iyiydi.
Bu söz ağabeyinin ta yüreğine işlemiş, acıyla orada yerleşmiş. Ne yapsın, yine atlayıp kâhinin yanına gitmiş.
- Yarabbi, Tanrı’nın ihsan gösterdiği bu kız kardeşimin derdine bir çare yok mudur?
- Olmaz mı, demiş kâhin, vardır elbet, ama onun çaresi çok daha zordur.
- Sen söyle!
- Söyleyeyim öyleyse: İki gözünü çıkar, kaynat, kız kardeşine etini yedir, suyuyla da yüzünü yıka, sapasağlam olur demiş kâhin. Ben başka çare bilmiyorum.
Delikanlı başı önünde dönmüş gelmiş, haçeşe (Asıl evden ayrı yapılan konuk evi.) girip oturmuş. İki gözünü çıkarıp bir kaba koymuş. Sonra annesini çağırmış, kendisi başı yorganın altında yatıyormuş.
- Ne istiyorsun, oğlum, demiş annesi içeri girerek. – Hasta mısın yoksa?
- Hasta değilim anne, uykum geldi de yattım. Bu çanaktaki iki gözü Meryemguaşe için satın aldım, kaynatıp ona yedir, suyuyla da yüzünü yıka!
- Olur mu öyle şey, diye şaşırmış annesi.
- Olur mu diye sorma da dediğimi yap, diye kızmış göz yuvaları ağrıyan delikanlı.
Annesi kabı alıp çıkmış, iki gözü kaynatıp kızına yedirmiş, suyuyla da iki yanağını yıkayıp yatırmış. Sabah kalktığında Meryemguaşe eskiden olduğundan çok daha güzelmiş. Onu gören annesi sevinçten bağırarak haçeşe koşmuş:
- Çabuk kalk, oğlum, kız kardeşin nasıl oldu bak, diye delikanlıyı zorla yatağından kaldırmış.
- Kaldırdığında bir de bakmış ki oğlunun iki gözü yok. Bunu gören kadın dövünmeye başlamış:
- Ah benim aptal oğlum, niye bizi de, kendini de mahvettin!
Meryemguaşe gelip ağabeyini görünce:
- Ne yapayım ben şimdi bu güzelliği, diye saçını başını yolmuş.
O sırada avluya kocaman bir kartal konmuş:
- Meryem oğlu Meryemşavo’yu arıyorum, demiş.
Meryemşavo bunu duyup kız kardeşinin yardımıyla dışarı çıkmış.
- Hoş geldin, eski dostum!
- Hoş bulduk, Meryem oğlu Meryemşavo! Küçük alacağım için gelmiştim; bana verdiğin sözü hatırlıyorsun değil mi?
- Hatırlıyorum elbette, demiş. Ama görüyorsun ben kör oldum, senin için ne yapabilirim? İstersen sana hayatımı vereyim, demiş.
- Senin hayatın daha sana lazım, niye zayıflık gösteriyorsun, demiş kartal. - Ben seni böyle bilmezdim!
- Affedersin, eski dostum, diyerek başını önüne eğmiş Meryemşavo. - Haydi dediğin yere gitmeye hazırım.
- Hayır, Meryem oğlu Meryemşavo, ben güzel kız kardeşin için geldim buraya, onu oğluma vermeni istiyorum.
- Ama bu nasıl olur, diye şaşırmış Meryemşavo. - Kartal insanla evlenir mi?
- Sözünü tutacak mısın, yoksa sözünden dönüyor musun?
- Vallahi, eski dostum, sen olmasaydın kız kardeşim de olmazdı. Madem öyle, al, oğluna hayırlı olsun, diyerek Meryemguaşe’yi kartala vermiş.
Kartal kızı kapmış, uçup gitmiş.
Aradan bir yıl mı geçmiş daha fazla mı, Meryemşavo sopa yardımıyla dolaşmaya alışmış. Bir gün bir yerden gelirken sağ omzuna bir kırlangıç konmuş:
- Meryem oğlu Meryemşavo, demiş, kartal yarın ona gelmeni rica ediyor.
- Nereye geleceğim?
- Sen köyün kenarına çık, ben seni götürürüm, demiş kırlangıç.
Ertesi gün Meryemşavo köyün kenarına çıkmış. Küçük kırlangıç gelip omzuna konmuş. Bu tarafa, şu tarafa diyerek onu götürmüş. Gittikleri yerde kız kardeşi onu karşılayıp sarılmış, elinden tutup bir odaya sokmuş, sedire yatırıp “kımıldamadan burada yat” demiş. Meryemguaşe pencereyi açıp seslenmiş. O anda odaya üç güvercin girmiş, ikisi ağızlarındaki suyu Meryemşavo’nun göz çukurlarına, üçüncüsü de ağzına bırakmış ve uçup gitmişler.
O anda Meryemşavo’nun iki gözü yerine gelmiş, her şeyi görmeye başlamış. Meryemguaşe sevinç içinde başucunda dikiliyormuş, yanında da utangaç güzel bir çocuk duruyormuş.
- Bu kim, diye sormuş Meryemşavo, bu tatlı çocuk kim olabilir?
- Ben kartalın oğluyum, demiş çocuk.
Böyle bir şeyi ilk kez gören Meryemşavo çok şaşırmış:
- Nasıl olur, demiş, - kartal yumurtasından insan çıkar mı?
- Ben yumurtadan çıkmadım, demiş kartalın oğlu. - Ben doğduğumda annem babam hastalıktan ölmüşler, kartal da acıyıp beni buraya getirmiş ve büyütmüş.
- Nerede benim eski dostum?
Meryemşavo’yu evden çıkarıp bir eğlenceye götürmüşler. Yabani hayvanlar ayrı, kuşlar ayrı yiyip içiyormuş. Bir meydanda büyük bir düğün kurulmuş, canı isteyen gidip oynuyormuş. Kartal tek başına bir yerde oturuyormuş. Meryemşavo yanına gitmiş, samimiyetle selamlaşmışlar. Sofra kuruluymuş, oturup houh (İyi dilek ve kutlama konuşması.) yapmışlar, yiyip içmişler. Bir ay sürmüş eğlence.
Şeçer her zaman periler diyarıdır; gidip bir peri kızına talip olmuşlar, gelin almışlar; damatlarına başlık olarak bir alp (Masal Atı) vermişler. Meryemşavo’yu ata bindirmişler, periyi de önüne oturtup yolcu etmişler.
Bugün hâlâ yiyip içip köyümüzün kenarında yaşıyorlar. İnanmayan gidip baksın.
Meryemşavore Bğejımre
Tavurıhişe (Yüz Masal), 1992, Nalçik, s.101-107
Derleyen: Nalo Zavur
Adıgece’den Çeviren: Murat Papşu
Kaynak: kafkasfederasyonu.org
Kurt avından dönüp ormana girerken, birisi ona seslenmiş.
- Sende mi hasta ziyaretine gidiyorsun koca kurt?
Kurt tüm çevresini gözden geçirmiş ama kendisiyle konuşanı görememiş. Kimseyi göremeyince yoluna devam etmiş. Çok geçmeden, çıplak bir güz ağacının üzerinde oturan saksağan seslenmiş.
- Konuşanı ciddiye almadan nereye gidiyorsun, ortadaki sıkıntıdan haberin yok mu?
- Ne sıkıntısı olan nedir? Konuşana bakmadan sormuş koca hırsız.
- Bundan daha kötü ne olabilir ki, kralımız hasta. Herkes ona üzülüyor, geçmiş olsuna gidiyor. Sen kendi işinin peşinde dolaşıyorsun, demiş saksağan.
- Ne olmuş, kaplan yok muymuş onun yanında? diye sormuş açgözlü hırsız.
- Kim yok mu diyorsun?
- O'nun kral vekilinden bahsediyorum, derken telaşı da belli oluyormuş aç gözlünün. O’nun vekili dediğin kaplan mı? O da var, ormanda ne kadar canlı varsa orada. Bunları söyleyen saksağan uçup gitmiş. Kurt, kendisinden başka herkesin orada olduğunu zannederek telaşla hasta aslanın yanına gitmiş.
- Dediği gibi, aslan hasta, ormandaki bütün canlılar da orada onun için üzülüyorlarmış. Geçmiş olsuna gidenler hasta aslanın etrafına oturmuşlarmış. Kurt aralarına girmiş, hastanın hatırını sormuş.
- Hastalığınızı şimdi duydum, yoldaydım buralarda değildim, demiş ve aralarına oturmuş.
- Sizin hasta da sağlıklı da pek umurunuzda mı? diyerek kaplan sitemle söze karışmış.
- Sayın ekselansları, gerçekten buralarda değildim.
- Yoktum ne demek, her nerde olursan ol kralın hastalandığını bilmen gerekir! demiş, sinirlenmiş kaplan.
- Benden başka gelmeyen de var, demiş kurt.
- Kim o gelmeyen? demiş hasta aslan.
- Duyanlar geldi etrafınızda oturuyorlar, oldukça kalabalık, sinirlenmeyiniz, demiş kaplan sempatiyle aslanın gönlünü hoş tutmak için.
- Neden tilki gelmedi, kendisini ne zannediyor? demiş kurt diğer gelenlere dönerek.
Ziyarete gelenler etraflarına bakmışlar. Kurt söyleyinceye kadar kimse tilkinin gelmediğinin farkına varamamış. “Neden tilki gelmedi?” diye kurdun ortalığı karıştırdığını çabucak tilkiye ulaştırmışlar. O da telaşlanmış. Yanına gidince nasıl bir bahane uydursam diye düşünürken, havada bir sürü turnanın dolaştığını görmüş. Biraz sonrada yakın bir yere konmuşlar. Tilki aralarına dalmış,bir turna yakalamış. Geçmiş olsuna elinde turnayla gitmiş:
- Kralımızın hasta olduğunu duyunca, turnanın et suyuna kurdun aşık(bilek) kemiği katılıp içirilirse ilaçtır dedim, bunu getirdim. Tutmak, yolmak, temizlemek zamanımı aldı. Gecikmem ondandır saygıdeğer ekselansım. Bu ara aslanın ağrıları artmış inlemeye başlamış. Herkes telaşlanmış.
- Sayın ekselans, bu getirdiğim turna senin ilacın, ancak kurdun aşık kemiğini nereden bulacağımızı bildiriver, demiş tilki.
- Bulun bir kurt alın aşık kemiğini, demiş aslan.
- Başka yerde neden arayalım, emret bunun kemiğini alalım. Dedikoducu kurt oturduğu yerden tilkiye bakmış ayağa fırlamış. Fakat kaplan yanında bitivermiş. "Çatlayasıca seni, ona sinirlenme" demiş. Kurt sırtını çevimiş durmuş. Tilki:
- Ey kurt, bir şey konuştuğun yerde sana bir şey söylenirse kabul etmiyorsun. Benim söylediğim seni nasıl kısa sözlü yaptı!.
Kaplan, kurtla tilkinin arasına girerek:
- Hasta ekselansımızın emirlerini yerine getirmek dururken siz bu konuları tartışamazsınız. Neden başka yerde arayalım, hazır kurdun kemiğini aldığımız zaman olay kapanmıştır.
Tilki hasta Aslan'a dönerek:
- Bu hastayı uzun zaman sıkıntıda bırakacak mıyız? İlacını yapmadan? Tilki bunu söyleyince herkes ayağa kalkmış, kurda çullanmışlar, sol ayağının aşık kemiğini sökmüşler. Kurt üç ayağının üzerinde kalakalmış. Tilki kurda doğru dönmüş sırıtarak:
- Sen benim dedikodumu yapınca başına böyle bir şeyin geleceği içime doğmuştu. Uygun oldu mu dördüncü ayağını kısaltmaları? demiş. Hasta ziyaretçileri yardımlaşarak turna etini çabucak kaynatmışlar.
- Et kaynadığına göre çıkartın, et suyunun altına ateşi verin, yoksa yavan turna etinin hiç bir faydası olmayacak demiş, tilki. Herkesin başına uzman kesilmiş.
- Ne yapalım ya, eti atalım mı? demiş tavşan.
Neden atacakmışız? Hasta iyileşinceye kadar onu saklamak gerekiyor. Ben onu kimsenin bulamayacağı gibi saklarım. Onu biri bulursa et suyu da şifalı olmaz. Siz kemiği et suyunun içine atıp ben gelinceye kadar kaynatın, diyerek tilki eti yürütmüş. Tilki bu emri verdikten sora eti götürmüş, karnını bir güzel doyurmuş. Kalanı da daha sora yemek üzere iyice saklamış. Tilki sakince geri döndüğünde et suyu kaynıyormuş. Onu da indirttirmiş.
- Çanak dolusu kaynar et suyu çıkartın, demiş. Çarpık bacak ayı elinde kaynar et suyu dolu çanakla arkada, tilki önde, hastanın başucuna dikilmişler.
- İlacımız hazır ekselansları.
- Hazır olduysa verin! demiş aslan inleyerek.
- Kalbinin üstünü yukarı getirerek yatar mısın ekselansları?
Kaplan yavaşça sokularak aslanı öyle çevirmiş incitmeden.
- Biraz kaynar gibi gelecek endişelenmeyesin demiş. İçinde kurdun aşık kemiği çanak dolusu kaynar et suyunu aslanın boğazına doldurmuş.
- Bunun yaramaması düşünülemez, kalınca örtün demiş tilki. Boğazına kemikli kaynar et suyu doldurulmuş hastayı kalınca örttürmüş. Çok geçmeden içi yanan aslan ölmüş. Tilkinin tesirli ilaç içirdiğini kabullenen kalabalık da dağılmış.
Kestiği roller aklına gelen tilki gülerek giderken, kurdu görmüş, dalga geçerek:
- Yine dedikodu yapar mısın koca kurt? demiş.
Bunları söyledikten sonra tilki gitmiş, daha önce sakladığı yarım turnayı yemeğe koyulmuş. Böylece, dedikodu yapmanın cezasını fazlasıyla bulmuş kurt.
Nart Dergisi 54. Sayı
Kitap: Dışe Kane
Çeviren: Ağarcanokue Hüseyin Ercan
Kaynak: kafkasfederasyonu.org
Bir varmış bir yokmuş, Kuyijtsuk Şeker nehrinin kıyısında yaşıyormuş. Yedi başlı yedi Yinıj gelip toprağının kenarına yerleşmişler.Yerleşmişler ama tavukları avludan çıksa yakalıyor, köpeklerini dövüyor, ekinleri olduğunda yiyorlarmış.
Bir gün Kuyijtsuk ot biçmeye gitmiş. Yedi Yinıj gelip kağnısını, dibeğini, sabanını üst üste koyup yakmışlar. Kuyijtsuk eve döndüğünde olanları görünce hiç sesini çıkarmamış. Yanan odun parçalarından düşenleri tekrar ateşin içine atarak iyice yanıp bitmesini beklemiş. Sonra külleri avucuyla rüzgarda savurarak içinden kömürünü temizlemiş, bir çuvala doldurmuş. Yedi Yinıj "bu bacaksızın niyeti ne acaba" diye çitin arkasından izliyorlarmış. Kuyijtsuk çuvalı kağnıya yükleyip bir köye gitmiş, hanın yanına varmış:
- Ey, Hanıj, senden bir ricam var.
- Söyle!
- Senden alacağım amelelik ücretimi istemiyorum. Anzorey'e gitmem gerek, bu çuvalı ağzını açmadan, içindekine göz değdirmeden bir gün bir gece benim için saklar mısın?
Han sevinmiş:
- Elbette, demiş, götür iki kızımın odasına koy. Biri girip bakarsa sorumlusu benim! Kuyijtsuk götürüp çuvalı kızların odasına koymuş:
- Ey, periler, sizden rica ediyorum bu çuvalın ağzını sakın açmayın, demiş. - İçinde altın var, göz değerse kömür olur.
İki kızın gözleri parlamış; Kuyijtsuk'un istediği de bu zaten… Han’ın evinden çıkıp gitmiş.
Altın deyince kadın milletini tutabilir misin? Kızlar birbirini yüreklendirerek çuvalın ağzını açmışlar. Açınca kömür tozu kalkmış, kızların yüzü karaya bulanmış.
- Aman Allahım, yasağı çiğnedik, altın kömür oldu diye iki kız korkup saklanmışlar.
Kuyijtsuk gece Hamşutlar'da kalıp sabah gelmiş:
- Ey, Han'ım, çuvalım selamette mi? diye sormuş.
- Nereye gider sanıyorsun? Kızların odasında duruyor.
- Öyleyse gidip alayım.
- Acele etme, kızlar daha kalkmadı.
- Acelem var. Padişah evini satıyor, geç kalırsam kaçırırım.
- Neyle alacaksın padişahın evini?
- Çuvalımdaki altınlarla.
- Haydi, gel gidip alalım o zaman, demiş Han. İçinden de "Ah, içinde altın olduğunu niye bilemedim" diye kendine kızıyormuş.
Odaya girmişler, bir de bakmışlar ki çuvalın ağzı açılmış, içi tamamen yanmış kömür dolu! Kuyijtsuk ağlanıp söylenmeye başlamış:
- Emanete hıyanet ettin. Ağzını açmadan, içindekine göz değdirmeden koruyacağında söz vermedin mi? Beni mahvettin. Bunu yaptığına göre, ücretimi de ver, altınımı da bul!
Han ne diyeceğini bilemeden bakınırken eli yüzü kapkara iki kızını görmüş.
- Allah aşkına kimseye söyleme, diyerek ücretinin karşılığı olarak on koyun vermiş, çuvalını da ağzına kadar altınla doldurup Kuyijtsuk'u yolcu etmiş.
Şimdi, iş bununla bitseydi Kuyijtsuk'a Kuyijtsuk derler miydi? On koyun önünde, koşulu iki öküzün ipi elinde, kağnı da yüklü, Yinıjların önünden geçip evine gelmiş. Yinıjlar şaşırmış:
- Bu ne acayip şey, savrulmuş kömür götürüp gitti, on koyun getirip geldi, bunda bir iş var, diye gizlice gelip evi gözetlemeye, dinlemeye başlamışlar. Ne gördüler dersin? Kuyijtsuk bir çuvaldan alıp öbür çuvala koyarak altınları sayıyor. Yinıjların gözleri açılmış. Duydukları ne dersin?
- Bu kadar altın için ne verdin, diye sormuş Kuyijtsuk'un annesi.
- Doluya dolu, demiş Kuyijtsuk. - Altın karşılığı yanmış kömür verdim.
- Ah oğlum, o savrulmuş kömürü çok ucuza vermişsin.
Yinıjlar ağızları açık bakışmışlar.
- Sen de ne tuhafsın anne, diye kızar gibi yapmış Kuyijtsuk, - Şu on koyunu da üzerine koydurdum ya! Onu az mı görüyorsun? Yinıjlar seslenip Kuyijtsuk'u dışarı çağırmışlar:
- Nereye gittin? bücür, diye sormuşlar. Kuyijtsuk duymazdan gelmiş. Yinıjlar yumuşamış:
- Bundan sonra tavuğunuzu da yakalamayacağız, köpeğinizi de dövmeyeceğiz, ekininizi de yemeyeceğiz. Yalnız nereye gittiğini söyle. - Peki öyleyse, demiş Kuyijtsuk, - madem o kadar yalvarıyorsunuz söyleyeyim: Mıştrakey'e gittim.
Yinıjlar fırlayıp gitmişler ve yedi kağnıyı, yedi dibeği, yedi sabanı, üzerlerine yedi sofrayı da koyup yakmışlar. Yandıktan sonra kalan kömürü avuçlarıyla savurmuşlar, yedi çuvala doldurup ağızlarını sıkıca bağlamışlar ve atlayıp Mıştrakey'e gitmişler.
- Yanmış kömürü altınla değişiyoruz, diye bağırarak sokakta bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlamışlar. - Doluyu doluyla, yarıyı yarıyla! Halk sokağa dökülüp aptal Yinıjlarla alay etmeye başlamış.
- Bizim kömürümüz Kuyijtsuk'un kömüründen daha temiz, daha güzel, daha ince… diye bağırıyorlarmış.
Derken bir zaman sonra aldatıldıklarını anlamışlar. Dönüp gelmişler ve Kuyijtsuk evde yokken annesini yakalayıp öldürmüşler. Kuyijtsuk eve gelince ne görsün, zavallı annesini öldürmüşler! Yinıjlara belli etmeden annesinin yasını tutmuş. Sonra Yinıjların göreceği şekilde cenaze yıkayıcı getirerek annesinin ölüsünü yıkatmış, güzelce giydirmiş, arabaya koymuş ve Hamşutey pşısının evine gitmiş. Avluda iki öküzü arabadan çözüp ot vermiş, annesinin katılaşmış ölüsünü arabanın önündeki oturma yerine dayamış, kendisi de gidip haçeşe oturmuş.
- Oo, değerli misafirimiz, hoş geldin, diye ev sahibi karşılamış. - Otur dinlen biraz, soframızı da şimdi getirirler.
- Yalnız değilim.
- Başka kim var?
- Annem.
- Nerede peki?
- Arabada.
"Çabuk", diyerek pşı iki kızını anneyi eve davet etmeleri için göndermiş. İki kız arabanın yanına yaklaşmışlar:
- Hoş geldin, anne, demişler. - Haydi, buyur, eve girelim.
Anneden çıt çıkmamış.
- Haydi, Allah aşkına, utanma, diyerek elini tutunca anne yere düşmüş.
- Aman Allahım, ne oldu? Bir yerin acıdı mı, diye kızlar atılmışlar. - "Kalksana anne, haydi, ne olur!"
Anne küsmüş, kımıldamıyormuş…
- Ver elini, biz seni kaldırırız, diye ellerini uzatmışlar. Ama anne ne kımıldıyor, ne de elini veriyormuş.
Bir şey fayda etmeyince "kalbini kırdık galiba" diyerek kızlar eve dönmüşler. Olanları anlatınca evdekiler "eyvah, mahcup olacağız" diye telaşla koşturmuşlar. Kuyijtsuk en önden koşup annesini kaldırmış ve ağlanmaya başlamış:
- Eyvahlar olsun, ne uğursuz yola çıkmışım, ne uğursuz avluya girmişim. Zavallı anacığımı arabadan düşürüp öldürdüler. Ne yapacağım ben şimdi?...
Kuyijtsuk'u zar zor teselli edip haçeşe götürmüşler. Annesini tertemiz yıkamışlar, ipek gömlek giydirip beyaz patiskadan kefene sarmışlar ve guaşe cenazesi gibi törenle gömmüşler. Anıt gibi bir mezar yaptırıp büyük bir de cenaze yemeği vermişler.
- Rahmetli anacığını geri getiremeyiz, ama bu sana bakar diye, yüklü çeyiziyle birlikte guaşe kızlardan birini verip yolcu etmişler.
Yedi Yinıj hemen çıkıp gelmişler:
- Bu güzel kızla bu kadar malı nereden buldun? söyle, demişler.
- Ne söyleyeyim? Bilinmeyen bir şey değil ki, demiş Kuyijtsuk.- Annemin ölüsünü ölülerin kıymetli olduğu yere götürüp güzel bir kızla değiştirdim. Bu kadar malı da üzerine verdiler.
Yinıjlar aptal millet ya, eve gelmişler, yemek pişirip ocağın başında oturan yaşlı annelerini dışarı çıkarıp öldürmüşler. Temizce yıkayıp giydirmişler, ölülerin kıymetli olduğu yere gitmek üzere yola çıkmışlar. Çıkmışlar ama gidecekleri yeri bilmiyorlarmış.
- Hey, Kuyijtsuk, ölülerin kıymetli olduğu yer neresi, diye koşup gelmişler.
- Muştokua Muştey. Ama köye nasıl gireceğinizi biliyor musunuz?
- Bilmiyoruz, nasıl?
- Büyüğünüz koşulu iki öküzü tutup önden yürüyecek. Arabanın iki yanında ikişer Yinıj durun, kalan ikiniz de arabanın arkasında köye girin. "Güzel kıza kocakarı ölüsü satarız, satarız, var mı alan?" diye bağırarak dolaşın, demiş.
Yinıjlar Muştokua Muştey'e varıp Kuyijtsuk'un dediği gibi köye girmişler. Girmişler ve bağırarak bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başlamışlar:
- Güzel kıza kocakarı ölüsü satarız, satarız, var mı alan?
"Ne kadar aptal bu Yinıj sürüsü", diye Muşteyliler köpeklerini üzerlerine salıp Yinıjları kovmuşlar.
"Yine kandırdı bizi alçak Kuyijtsuk" diye Yinıjlar koşarak eve gelmişler ve Kuyijtsuk'u yakalamışlar:
- Bize malımızı mülkümüzü yaktırdın, annemizi öldürttün, Yinıjlık şerefimizi beş paralık ettin. Seni öldürmeyelim de ne yapalım?
- Peki, demiş Kuyijtsuk, - öldürün o zaman.
Yedi Yinıj kardeş Kuyijtsuk'u sürükleyip ormana götürmüşler, kocaman bir meşe ağacına bağlamışlar. Birer sopa bulmak için ormana girmişler.
"Talihin varsa her zaman seni bulur", derler. Tam o sırada Hamşutey pşısının oğlu kendi kendine şarkı mırıldanarak atla oradan geçiyormuş. Pşının oğlu Karabıhua adında bir kıza aşık olmuş, ama vermemişler. O da başkasıyla evlenmeyip avare olmuş dolaşıyormuş. Onu görünce Kuyijtsuk bağırmaya başlamış:
- İstemem, vallahi, istemem. Güzel Karabıhua'yı istemem. Evlenmem, öldürseler de evlenmem!
Hamşutey pşısının oğlu hemen yanına gelmiş:
- Kim seni güzel Karabıhua'yla evlenmeye zorlayan, diye sormuş.
- Yedi Yınıj kardeş beni yakaladılar, evlenmezsem öldürecekler. Evlenirsem de mahvoldum; öyle bir güzel bana eş olur mu, ben bir garip Kuyijtsuk'um, diye ağlanmış.
- Peki, demiş pşının oğlu, - Şöyle yapalım; ağaca beni bağla, sen de atıma bin git. Ben bu işi hallederim, onları çok yalvartmam.
Anlaşmışlar, giysilerini değiştirmişler. Kuyijtsuk pşının oğlunu ağaca sıkıca bağlamış ve ata binip gitmiş. Yedi Yınıj ellerinde sopalarla gelip pşının oğlunu dövmeye başlamışlar. Pşının oğlu bağırıyormuş:
- Yeter, durun. Kabul ediyorum, güzel Karabıhua'yla evlenmeyi kabul ediyorum, durun artık!...
- Kiminle evlenecekmiş bu bacaksız, diye daha çok kızmış Yinıjlar. "Yine bizi kandırmaya çalışıyor; vurun, ha marje" , diyerek pşının aptal oğlunu döve döve öldürmüşler ve Şeker nehrine atmışlar. - "Tanrı'yı kandırsan da bundan sonra bizi kandıramazsın!"
Yinıjlar Kuyijtsuk'un işini bitirdik diye sevinerek Şeker vadisinden aşağı inerken bir de bakmışlar ki Kuyijtsuk demir kırı bir atın üzerinde nehri geçiyor. Şaşkınlıktan ağızları açık kalmış.
- Vay uğursuz bücür, şimdi seni öldürüp Şeker'e atmadık mı, nereden çıktın?
- Nereden çıkacağım, Şeker'den çıktım. - Nasıl olur, seni öldürmedik mi?
- Öldürmüştünüz, Şeker'e atmasaydınız, diye gülmüş Kuyijtsuk. - Şeker'in suyu can verir diye boşuna mı demişler? Ağzıma su girer girmez dirildim. Gözümü açtıysam, Şeker'in dibinde sürü sürü hayvanlar... Ne yapsam dedim, hepsini sürüp çıkarsam götürecek yerim yok. Bu atı yakalayıp nehrin dibinden çıktım. Ağıl, çit yapacağım, sonra geri gelip hepsini çıkaracağım. Yinıjlar birbirlerine bakmışlar, Kuyijtsuk'a bir kötülük yapmaya karar vermişler:
- Peki, dediğin doğruysa bizi de öldür Şeker'e at, bir bakalım!
- Vallahi, çok kalabalıksınız, sizi öldürüp atıp kaybedecek zamanım yok. Benim ağıl, çit yapmam lazım.
- Peki, son kalanımızı öldür de at o zaman!
Bu şekilde anlaşıp Şeker'in başına çıkmışlar. Yinıjlar büyükten küçüğe sırayla birbirlerini öldürüp suya atmışlar. En küçüğü sona kalmış, onu da Kuyijtsuk öldürüp suya atmış.
Kuyijtsuk böylece düşmanlarından kurtulduktan sonra guaşe karısının yanına dönmüş. Karısı saksağanın karası gibi kara, beyazı gibi beyaz, güzel bir kadınmış. Zamanla çoğalıp kocaman bir köy olmuşlar. Hatuvuey de Anzorey de onlara gıpta edip, onlar kimseye gıpta etmeden Şeker'in Şıguebıkua'ya karıştığı yerde yaşıyorlar. Otobüs gidiyor, tren gidiyor, bir göreyim diyorsan sen de bin git!
Kaynak: Tavurıhişe (Yüz Masal),
Elbrus Yayınevi, Nalçik 1992, s.51-55.
Derleyen: NALO ZAVUR
Çeviren: MURAT PAPŞU
Nart dergisi 73. sayı
Adamın biri atıyla giderken buğday hasatından sonra anız yaktıklarını gördü. Oradan geçerken yüksek bir ses duyup durdu, sonra, alevlerin içine girdi, sesin geldiği yöne doğru koştu. Orada gördü: başakların içinde küçük bir yılan duruyordu, telaşla dolanarak ateşin içinden çıkmaya çalışıyordu. Adam eğilerek elindeki kamışı uzattı, yılan uzatılan kamışa sarıldı. Adam yılanı alevlerden uzağa, yolun kenarına bıraktı. Atlı yoluna devam etmek için hazırlanırken yılan kuyruğunun üzerinde dikilerek atın önünde durdu. At diğer tarafa yönelirken yılan tekrar atın önünü kesti.
''Bunun istediği nedir acaba?! Seni yangından çıkarmamı mı kabullenemiyor musun? Diye sordu adam kızarak.'' Buna rağmen yılan adama bakarak onun dikkatini çekti. ''Bu beni bir yere mi götürecek acaba? Ne olacaksa olsun, o tarafa gideyim.'' diye düşündü ve yılanın peşine takıldı.
Gide gide küçük bir tepeye ulaştılar. Tepenin yamacında yılanın küçük bir yuvası vardı. Yılan orada durdu, adama bakarak yuvasına girdi. Az sonra ağzında altın bir iple geri çıktı. İpi yuvanın girişine bırakarak otların içine girdi.
-Adam: ''Vallaha bu aklımdan geçen şey değil, ona iyilik yaptığım için karşılıksız bırakmayacak herhalde?'' diyerek atından indi. Kamasıyla yuvanın etrafını kazmaya başladı.
Bir süre kazdıktan sonra, küçük bir sandık gördü ve çıkarttı. Sandığın içinde parlak altın sarısı zırhlı kıyafet, altın suyuna batırılmış çelikten şapka, kulpu altından yapılmış bir kılıç ve gümüşle işlenmiş kama kemeri vardı.
Atlı bulduğu kıyafetleri giydi ve atına bindi. Küçük yılan, adam hazırlanana kadar otların içinden onu izledi. Atlı yola koyulurken, yılan onu yolcu edecek gibi otların içinden çıkıp uzun süre gidişini izledi. Adam da selamlarcasına yılana bakarak atını sürdü.
Öyle işte; iyilik yaparsan, iyilik görürsün...
Ф׀Ы ПЩ׀ЭМЭ…
Л׀ы гуэр шууэ гъуэгу здытетым, гуэдзыр зды׀уахыжа губгъуэм лыгъэ ирадзауэ ягъэсу хуэзащ. лыгъэм щыблэк׀ым к׀ий мэкъышхуэ къызэхихри къэувы׀ащ, ит׀анэ, маф׀эм хэлъадэри, макъыр къызди׀ук׀ымкэ щ׀эпхъуащ.
Абдеж елъагъу: зы блащхъуэ ц׀ык׀у к׀ийуэ гуэдзыпкъэм хэсщ ,маф׀эм къиухъурэихьарэ къик׀ып׀э имыгъуэту. Шум зригъэзыхри и къэмышыр блащхъуэм хуишиящ. Блэм къэмышым зыкъришэк׀ри, л׀ым ар маф׀эм къыхихащ, лыгъэм нэхъ пэжыжьэуи гъуэгубгъум щигъэт׀ылъащ. И гъуэгум пищэжыну щыхуежьэм, к׀эк׀э щыту блэр шум къыпэуващ. Л׀ым и шыр лъэныкъуэк׀э къыщытри׀уэнт׀ык׀ым, блэр къежэк׀ри аргуэру къыпэуващ.
Сыту п׀эрэ мыр зыхуейр? Маф׀эм укъызэрыхэсхара пхуэмышэчыр? жи׀ащ л׀ым губжауэ, арщхьэк׀э, къыхуэплъэк׀ыурэ блэм лъэныкъуэк׀э щытри׀уант׀эм, ''Мыбы зыщ׀ып׀эк׀э сишэну п׀эрэ? Зэрыхъуу ирехъу, абык׀э сык׀уэнщ'' игу къэк׀ри, блэм и ужь иуващ.
К׀уэм-к׀уэурэ ׀уащхьэ гуэрым нэсахэщ. ׀уащхьэ джабэм гъуэ ипщхьэп׀э ц׀ык׀у и׀эт. Блэр абдеж къыщыувы׀эщ, шум къыхуеплъэк׀ри, гъуэм ипщхьащ. Куэдрэ гувакъым. Дыщэ ׀уданэ жьэдэлъу къипщыжащ. ׀уданэр гъуэ ׀уфэм щигъэт׀ылъри езыр пабжьэм хэпщхьащ.
Уэлэхьэ, мыр си гугъэм щыщымы׀э. Ф׀ы хуэсщ׀ащи, ф׀ы къысхуищ׀эжыну хэту арагъэнмэ, -жи׀эри л׀ыр и шым епсыхащ Къамэр кърихри гъуэ ׀уфэр къит׀у щ׀идзащ.
Зыкъуэмыф׀ къит׀ауэ пхъуантэ ц׀ык׀ум ׀ууащ. Зэтрихмэ, дыщэпск׀э зэщ׀элъыдэу афэ джанэ, дыщэпс тегъэлъэдауэ жыр пы׀э, зи ׀эпщэр дыщэ защ׀э сэшхуэ, дыжьыным къыхэщ׀ык׀ауэ-къамэ бгырыпх дэлът.
׀эщэ-фащэ къигъуэтамк׀э зихуапэри, л׀ыр шэсыжащ. Блащхъуэ ц׀ык׀ури апщ׀ондэху л׀ым къык׀элъыплъу пабжьэм хэсащ. Шур и гъуэгу щытеувэжым, ар иригъэжьэж хуэдэ, блащхъуэр пабжьэм къыхэпщри, куэдрэ абы к׀элъыплъащ. Л׀ыри, блэм сэлам ирихыж щ׀ык׀эу, зэ къеплъэк׀ыжри, шым елъэдэкъэуащ.
Аращ-т׀э. Ф׀ы пщ׀эмэ, ф׀ы ухуэзэнщ…
Türkçeleştiren: Guğe Tiyatro Grubu
üyesi Kuşha Muhammed
Masal, LEĞUPIKU(GÖKKUŞAĞI DEMEK) isimli çocuk dergisinden alınmıştır. (2009 sayı :1)
Kaynak: http://kafkasfederasyonu.org
Bir varmis bir yokmuş, adamın biri ot biçmekten gelmiş, soğuk bir su getir diye kızını suya göndermiş. Beklemiş, beklemiş, kızı dönmeyince ardından karisini göndermiş. Su derin bir deredeymiş, yamacında da kocaman bir armut ağacı yetişiyormuş. Annesi kızını ağacın altında oturmuş ağlarken bulmuş: -Ne oldu, kızım, niye ağlıyorsun, diye hemen yanına koşmuş.
-Niye mi ağlıyorum? Evlenirsem, oğlum olursa, disaseye* gelirsem, oğlum bu ağaca çıkıp düşerse, Vurihij’a düşüp boğulursa ben ne yaparım; iste onun için ağlıyorum. Bunu duyunca annesi de ‘vay basımıza gelen’ diye kızının yanına oturmuş, o da ağlamaya başlamış. Adam beklemiş, beklemiş, kızıyla karisi dönmeyince Atina atlayıp kendisi arkalarından gitmiş. Dereye varınca bakmış, ana kız ağlaşıp ağacın altında oturuyorlar. -Ne oldu, niye ağlıyorsunuz, diye sormuş endişeyle.
-Daha ne olsun, demiş kadın. Bu kızımız evlenirse, oğlu olursa, disaseye gelirse, çocuk ağaca çıkıp düşerse, Vurihuj’a düşüp boğulursa ne yaparız; iste onun için ağlıyoruz.
-Hay Allah cezanızı versin, insan buna inanır mi, diye kızmış adam ve ikisini de kovalamış. –Ne kadar aptalsınız! Sizden aptalı var mi acaba bu dünyada? Yer gök şahidim olsun, bu dünyada sizden aptalı varsa bulmadan dönmeyeceğim diyerek kocaman sopasını alıp yola düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, tanımadığı bir köye varmış. Yorulduğu için bir eve konuk olmuş. Ama konuk olduğu evde tuhaf bir durum varmış. Evdekiler ellerinde birer p’asta* dilimiyle tavan arasına çıkıyorlar, elleri bos iniyorlarmış. Yeniden alıp çıkıyorlar, yine elleri bos iniyorlar, çıkıyorlar, iniyorlar... -Yarabbi, ayıp olmazsa bir şey soracağım, demiş adam.
-Niye ayıp olsun, sor, demiş ev sahibi.
-Bu yaptığınızı açıklar misiniz? Birer p’asta dilimiyle tavan arasına çıkıyorsunuz, eliniz
bos iniyorsunuz, bunun anlamı nedir?
-Yiyoruz da ondan, başka ne anlamı olabilir, diyerek herkes birbirine bakmış.
–P’asta aşağıda odada duruyor, kaymak da tavan arasında. P’astayi yukarı götürüp banıp yiyoruz, aşağı inip tekrar alıyoruz... Sen başka nasıl yenir biliyor musun?
-Peki p’astayi yukarı götürseniz ya da kaymak çömleğini aşağı indirseniz, yanına koyup
yeseniz olmuyor mu?
-Vallahi, doğru söylüyor! Bu niye aklımıza gelmedi, diye kaymak çömleğini indirmeyip
p’asta sofrasını tavan arasına çıkarmışlar. Adam arkalarından bakıp: -Hay Allah cezanızı versin, siz daha aptalsınız, diyerek tekrar yola koyulmuş Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, derken, karsıdan ağlayıp dövünüp gelen kalabalık bir kadın grubuna rastlamış: -Mahvolduk, perişan olduk, diye ağlanıyormuş aralarından yaslı bir kadın. – Annen de talihsizdi, kaynanan da talihsizdi, kocan da ne kadar bahtsızdı... Tek sıra halinde giden bu topluluğun önünde basına küp geçirilmiş bir kadın yürüyormuş. Bakmış, sasırmış adam, buna bir anlam verememiş. -Bacılarım, demiş, beni ayıplamazsanız size bir şey soracağım.
-Buyur sor, demişler.
-Bu yaptığınızı açıklar misiniz?
-Bu taze gelini gömmeye götürüyoruz.
-Niye, diye sasırmış adam, canlı gömmek adetiniz mi?
-Bu canlı değil, demişler. – Küpün dibinde kalan kaymağı yalamak için basını soktu, Allah
tuttu, bırakmadı. Annesi perişan, kaynanası kendini paralıyor, zavallı kocası mezarlıkta ağlayıp mezar kazıyor. Bu duyunca adam sopasıyla vurup küpü kirmiş ve yeni gelini gün ışığına kavuşturmuş.
-Allah Allah, bu bizim tanrımız, tanrımız gelinimizi kurtardı, diye dualar etmişler, adamı davet edip yedirmişler, içirmişler. “Hay Allah cezanızı versin, siz daha aptalsınız” diyerek adam ellerinden kurtulmuş ve yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, derken bir yere varmış. Yorgun ve aç olduğu için birinin haçesine* konuk olmuş. Konuk olmuş ama daha yemeden içmeden “nereden geliyorsun” diye guase* birini göndermiş.
-Öbür dünyadan geliyorum. Guaseye bunu ilettiklerinde hemen getirin buraya diye yanına çağırtmış. -Öbür dünyadan geliyorsan, söyler misin, geçen yıl ölen oğlumu gördün mü?
-Görmez olur muyum? Ben oğlunun elçisiyim.
-Allah Allah, gökte ararken yerde bulduk seni. Nasıl benim rahmetli oğlum?
-Oğlun iyi, keyfi yerinde. Simdi cennete gönderdiler, biraz ibadet yapmak için parası
yetmedi de bin altın som getir diye beni gönderdi.
-Biricik oğlum için bin som mu esirgeyeceğim, diye dolu bir kese altın vermiş. – Üstü bası nasıl rahmetlinin, diye sormuş tekrar.
-Çok üstsüz bassız kaldı, demiş adam... İnsan içine çıkacak kıyafeti yok, kisin giyecek
kalın bir şeyi de kalmadı.
-Ona biraz giyecek götürür müsün, diyerek guase pantolon, gömlek, çerkeska, güzel bir
şapka, samur kürk, gonserik mest, lhey hazırlatmış. Güzelce yedirmişler, iyi de bir yolluk verip adamı yolcu etmişler. “Hay Allah cezanı versin, bu hepsinden aptal” diyerek adam yola koyulmuş. Bir iki saat sonra psi eve gelmiş. Guase onu kapıda karşılayıp: -Bugün kim geldi biliyor musun?
-Kim geldi?
-Öbür dünyadan oğlumuzun elçisi bir adam geldi!
-Ne diyorsun?
-Vallahi, doğru söylüyorum, diyerek yaptığını, verdiklerini anlatmış.
-Yaya miydi atlı miydi?
-Yayaydı.
-Ah, bineceği bir at niye vermedin, diyerek psi geri dönmüş, yola düşmüş.
Rastladığı yolculara sora adama yetişmiş.
-Öbür dünyaya giden sen misin, diye sormuş. Adam, yaptığımı anlayacak diye telaşlanıp:
-Vallahi, beyim, demiş, hepimiz o yolun yolcusuyuz.
-Oraya kadar yayan mi gideceksin?
-Eh, biz alışığız, zararı yok, ama oğlunuz yayan çok zahmet çekiyor.
-Zahmet olmazsa bu ati oğluma verir misin, diyerek psi atından aşağı atlamış, adamı bindirerek kendisi yayan geri dönmüş. “Hay Allah cezanı versin, bu hepsinden de aptal” diyerek adam evine dönmüş.
Kaynak:Nart Dergisi"30.Sayi
Tavurihise (Yüz Masal), 1992, Nalçik, s.21-23
Derleyen: Nalo Zavur
Adigeceden Çeviren: Murat Papsu
Disase: Evlenen kizin anne babasini ilk kez ziyarete gelmesi.
P΄asta: Bugday veya misir unundan yapilan, diger yemeklerle birlikte yenen bir tür kaçamak.
Haçes: Asil evden ayri yapilan konuk evi.
Guase: Prenses.
Som: Eskiden para birimi. Çerkesler yasadiklari ülkelerin para birimi için bu kelimeyi kullanirlar.
Gonserik: Tabaklanmis sigir derisinden yapilan, çarik benzeri ayakkabi.
Lhey: Kisin sicak tutmasi için dizle ayak bilegi arasina sarilan yün veya keçe dizlik.
Psi: Prens.
Bu halk söylencesinin nereden çevrildiği veya derlendiği saptanamamıştır.
Bir çiftçi ile ayı nasıl olmuşsa iyi bir dostluk kurmuş. Bir gün oturup ortaklaşa turp ekmeye karar vermişler. İkisi de bu işi severek benimsemişler.
“Ayı arkadaş” demiş çiftçi, “turpun kökü benim olsun, başı senin olsun, olur mu?”
“Tamam loru” deliş ayı, bitkilerin baş tarafının daha iyi olduğunu düşünerek sevinmiş. Bir süre sonra turp yetişmiş ve sökme zamanı gelmiş. Çiftçi ayıya haber göndermiş, ayı gelmiş birlikte turpu sökmüşler. Çiftçi turpun köklerini almış ayıya da anlaşma gereği baş taraf olan saplarını vermiş.
Ertesi yıl çiftçi ayıya “ortaklaşa yine bir şey ekelim mi” diye sormuş. Aşı karşılık olarak:
“Ekelim, ama bu kez ektiğimiz şey yetişince kökü benim, başı senin olacak. Razı oluyorsan bu işte varım” demiş”.
“Peki, kabul” demiş çiftçi, “razı oluyorum, istediğin gibi olsun”.
O yıl buğday ekmişler. Buğday yetişip biçme zamanı gelince çiftçi ayıyı çağırmış, ekini biçip kaldırdıktan sonra:
“Anlaşmamıza göre ben ekinin baş tarafını alıyorum, kökler de senin, buyur al” demiş.
(Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
Bu halk söylencesinin nereden çevrildiği veya derlendiği saptanamamıştır.
Yoksul ve yaşlı bir karı koca varmış. Yaşlılıklarından bir tek erkek çocukları dünyaya gelmiş. Bu çocuk onların biricik neşe kaynaklarıymış. Bir gün karı koca tarlaya çalışmaya giderken, bebeği de beşiğiyle birlikte götürmüş. Karı koca “kim daha çok ekin biçerse bebeği öpme hakkı onun olacak” diye kendi aralarında eğlenceli bir yarış yapmaya karar vermiş. Çocuğu iyice sarıp beşiğin içine yatırmışlar, üstünü de öterek tarlanın baş tarafına bırakmışlar. Büyük bir hevesle başlamışlar ekin biçmeye.
Tarlanın öbür başına kadar tırpan sallamışlar. Oradan geriye doğru var güçleriyle ekini biçerek başladıkları yere dönmüşler. Bebeği bıraktıkları yere bakmışlar ki, ne bebek var ortada ne de beşik. Büyük bir üzüntü ve telaş içinde sağa sola koşuşmuşlar, aramadık yer bırakmamışlar, ama çocuğu bulamamışlar. Alan belki geri getirir ümidiyle uzun süre tarlanın başında beklemişler. Akşam karanlık çöküp ümitleri kırılınca ağlaya sızlaya evlerine dönmüşler.
Meğer çocuğu ayının biri kaçırmış, mağaraya götürmüş. Ayı bebeği o kadar çok sevmiş ki onu kendi yavrusu gibi beslemiş, büyütmüş. En çok da geyik beyni, bal ve doğal meyveler yedirirmiş. Günler, aylar, yıllar geçip gitmiş. Çocuk büyümüş, serpilmiş, güçlü ve yakışıklı bir genç olmuş. Ormandaki diğer yabani hayvanlarla birlikte yaşar ve bütün hayvanlar, iki ayaklı olduğu için ona hem acırlar hem de çok severlermiş. Çocuk, anne babasından ayrı büyümesine rağmen onları hep özler ve ararmış. Kendisini büyüten anne ayı öldükten sonra, öz anne ve babasının olduğu köye gelmiş. İçgüdüsüyle ve annesinin kokusunu hissederek doğru baba ocağına gelmiş. Kapıyı çalmış. Anne içeriden:
“Kim o” diye seslenmiş. Delikanlı:
“Anne benim oğlun, ben geldim” demiş. Annesi ağlayarak:
“Bana anne diyecek kimse yok. Onu yıllar önce kaybettim” demiş. Delikanlı, beraberinde getirdiği bebekliğindeki beşiği ve o zaman üzerindeki zıbını pencereden içeri atmış. Anne beşiği ve zıbını derhal tanımış, koşarak gidip kapıyı açmış. Ana oğul birbirine sarılıp, sevinç gözyaşları dökmüş. Babası da bir köşede oturmuş, gelen oğlunu sevgiyle seyrediyormuş. Üçü bir arada ocağın başında uzun süre konuşarak hasret gidermiş. Genç başından geçenleri ve ayı annenin kendisini nasıl büyüttüğünü, yabani hayvanlarla nasıl arkadaşlık yaptığını anlatmış.
Ayının kendisini çok iyi beslediğini, ayılarla aslanlarla güreşerek büyüdüğünü, bir ağacı kökünden söküp çıkarabilecek güçte olduğunu, ismi olarak da “ayının oğlu Şav” olarak çağrıldığını masal gibi anlatmış. Bu arada anne ve babasının yoksulluk içinde olduğunu, evde yiyecek içecek malzemelerinin az olduğunu, babasının zengin bir adamın avlusunda gece bekçiliği yaptığını, ancak emeğinin tam karşılığını alamadığını, aylık ücretinin her seferinde eksik ödendiğini öğrenmiş.
Sabah olup kalktıklarında babasına aylık ödemeleri kesen zenginin evine gitmiş. Evin bahçesindeki üç tahıl ambarından birini yerinden sökmüş, kucaklayıp kendi avlularına getirmiş. Akşam olunca babasının yerine gece bekçiliği yapmak üzere gideceğini söyleyince babası:
“Oğlum! Benim yaptığım işi en yapamazsın, sana ağır gelir, dayanamazsın” demişse de delikanlı kabul etmemiş, zengin beyin evine bekçilik yapmak üzere gidip, babasını yerine geldiğini söylemiş. Şav’ı avlu kapısının olduğu yere getirmişler, kapının sürgüsüne parmaklarını sokmuşlar, ellerini çıkarmaması için takozla desteklemişler. Bu işkenceli işi bekçinin gece uyumaması için yaparlarmış. Şav buna çok içerlemiş. Beyin adamları çekilip gittikten sonra takozla çakılı parmaklarıyla sürgülü kırmış, gitmiş bu işi yaptıran zengin beyi kaldırmış, yakasından tutup getirmiş, kapının sürgüsüne parmaklarını sokmuş ve ellerini çıkarmaması için takozla berkitmiş. Bey geceyi inleyerek geçirmiş, sabahı zor etmiş. Sabah olunca iniltiye gelenler bir de bakmışlar ki beyleri kapıya sürgülenmiş durumda. Hemen kurtarmışlar.
Zengin bey ayının oğlu Şav’ın bu yaptığının intikamını almak istemiş. Onu nasıl öldürteceğini planlamış. Ertesi gün Şav’ı yanına çağırtmış ve:
“Madem babanın yerine çalışacaksın” demiş, kör bir baltayla zayıf öküzler koşulu bir araba vermiş,”Şu karşı dağdaki ormana gidip odun getireceksin”. Şav, beyin istediği gibi tarif edilen ormana gitmiş, odun kesmeye başlamış. Ama balta o kadar körmüş ki kurumuş ağaçları hiç kesmiyormuş. Şav o baltayla iş yapılamayacağını anlayınca onu götürüp arabaya asmış, kendi elleriyle ağaçları kırarak, sökerek, kütükleri arabaya doldurmuş ve köy yoluna koyulmuş. Biraz sonra öküzlerden biri çok zayıf ve güçsüz olduğu için arabayı çekemez olmuş. Öküze yürü diye bağırınca, ormandaki hayvanlar Şav’ın sesini tanımış, koşarak yanına gelmişler. Şav zayıf öküzü çözmüş, arabanın arkasına bağlamış, gelen domuzlardan en irisini arabaya koşmuş, odunu köye getirmiş. Beyin avlusuna domuz koşulu arabayla Şav’ın girdiğini gören beyin adamları köşe bucak kaçışmış, kutlu yerlere gizlenmiş. Şav öküzleri ve domuzu serbest bırakıp odunları indirdikten sonra beyin huzuruna çıkmış. Bey, Şav’ın bu işi yapamayacağını ve ona ceza vereceğini düşünürken, arzusunun gerçekleşmediğinden duyduğu üzüntüyü belli etmeden:
”Aferin, bu zor iyi başardın. Seni yarın bir yere çift sürmeye göndereceğim” demiş. Şav sabah erkenden beyin yanına gelmiş, bey ona üç öküz ile bir oğlan çocuğu vermiş, gidecekleri tarlayı tarif etmiş.
Şav tarif edilen yere geldiğinde, burada insanların yaşamadığını, toprağın sert, taşlı ve çorak olduğunu görmüş. Beraberinde getirdiği çocuk Şav’a:
“Burada dev büyücü yaşar, yedi oğlu var. Buraya gelenleri çarparlar” diye korkusunu söylemiş. Kendisi de hiç Şav’ın yanından ayrılmıyormuş. Şav çocuğun elinden tutmuş, “Sen hiç korkma! Ben onların hakkından gelirim” demiş. Başlamış çift sürmeye. Tarlanın öbür başına gelince bir çalılığın içinden büyücünün yedinci ve en küçük oğlu çıkmış karşısına. Şav’ı çarpıp yıkmak istemiş, ancak gücü yetmemiş. Şav onu yakaladığı gibi sabanın boyunduruğuna götürmüş. Öküzlerden birini çözmüş, sabana onu koşmuş. Başlamışlar çift sürmeye. Büyücünün oğlu çok güçlü olduğu için iş hızlanmış. Ancak büyücünün oğlan bağırıp çağırmaya başlamış. Bu sefer büyücünün altı oğlu onu kurtarmaya gelmiş. Ancak Şav onları da yakalamış, sabana koşmuş. Öküzler artık çift sürmeden yayılmaya başlamış. Ama büyücüler Şav’ın korkusundan bütün tarlayı bir gün içinde sürüp bitirmiş. Akşamüzeri Şav üç öküz, çocuk ve sabana koşulu yedi büyücüyle köye dönmüş. Beyin avlusuna girince yedi büyücüyü görenlerin her biri bir köşeye saklanmış. Şav büyücüleri çözüp serbest bırakınca, zengin bey ve adamları iyice korkuya kapılmış. Odalara kapanıp kapıları sıkı sıkı kilitlemiş.
Ayının oğlu Şav, bir biçimde zengin beyin kendisini öldürteceğini anlamış ve o köyden ayrılıp başka bir köye göçmeye karar vermiş. Anne babasına iki yıl yetecek yiyecek ve içecek bırakmış, ilerde kendilerini de aldırtacağını söyleyip veda ederek köyden ayrılmış.
Az gitmiş uz gitmiş derken yolda, orman kenarında bir adama rastlamış. Adam elleriyle ağaçları birbirine kavuşturuyor, bir kadın saçı örer gibi onları örmeye çalışıyor, uğraşıp duruyormuş.
Şav, güçlü kuvvetli bu adama selam vermiş, o da selamını almış. Ormanın kenarında oturup beraber yemek yemişler ve arkadaş olmuşlar. Yemekten sonra birlikte yola koyulmuşlar.
Az gitmişler uz gitmişler derken, elindeki iki koca kaya ile top gibi oynayan bir adama (Kayavuran) rastlamışlar. O da onlara katılmış. Gide gide bir kulübeye varmışlar. Geceyi kulübede geçirdikten sonra sabahleyin kalktıklarında, ağaçları büküp ören adamı (ağaçbükeni) kulübede bırakıp Şav ile elinde kaya ile oynayan adam (Kayavuran) ava gitmiş.
Kulübede kalan ağaçbüken, çok da güzel yemek yaparmış. Güzel ve çeşitli yemekler yapmış ve arkadaşlarının gelmesini beklerken kapı yönünden “jıw/fırr” diye bir ses duymuş. Kulübeden çıkıp baktığında kapının önünde, elinde yılandan bir kamçı tutan, horoza binmiş, çok uzun sakallı biri (Horozatlı) ona bakmaktaymış. Horozatlı, ağaçbükene:
“Beni horozdan indir” demiş. Ağaçbüken horozatlıyı hemen indirmiş. Horozatlı:
“Beni kulübeye götür” demiş. Ağaçbüken isteneni yapmış. Bu kez horozatlı:
“Bana yemek yedir” demiş ağaçbükene. O da konuğa pişirdiği güzel yemeklerden ikram etmiş. Bir aralık horozatlı, birden ağaçbükenin üzerine atılıp, onu kıskıvrak bağlamış ve orada ne kadar yiyecek varsa hepsini yemiş bitirmiş. Sonra da ağaçbükeni tekrar çözmüş ve horozuna bindiği gibi “jıw” diye fırlayıp kaybolmuş.
Arkadaşları akşam üstü kulübeye döndüklerinde hiç yemek yapılmadığını görmüşler. Ağaçbükene sormuşlar:
“Sen güzel yemek yapmasını bilirdin, hani nerede yemeklerin?” Ağaçbüken:
“Hastalandım, o yüzden bir şey yapamadım, kusura bakmayın” diye cevap vermiş.
Ertesi gün kulübede kayaburan kalmış, Şav ile ağaçbüken ava gitmişler. Öğle vakti horozatlı gelmiş, “jiw/huu” diye seslenmiş. Tepe oynatan bu sesi duyarak dışarı çıkmış. Gelen horozatlı, kayaburana, aynı ağaçbükene yaptığı gibi yapmış. “Beni indir, kulübeye götür, yemek yedir” diyerek kayaburanı meşgul etmiş, sonunda hiçbir yemek bırakmadan hepsini yemiş ve “jıw” diye horoza binip gitmiş.
Ağaçbükenle Şav akşam üstü kulübeye dönünce yiyecek bir şeyin hazır olmadığını görmüş. Onlar da kuru katı ne buldularsa bir şekilde açlıklarını gidermişler.
Üçüncü gün Şav kulübede kalmış, öbür ikisi ava gitmiş. Öğleye doğru horozatlı rüzgar gibi yine glemiş, “jıw” sesini duyurmuş. Şav kulübeden çıkmış, elinde yılandan bir kamçı olan, uzun sakallı bir adamın horozun üzerinde beklediğini görmüş. Horozatlı Şav’a seslenmiş:
“Beni indir”. Şav:
“Öyle âdet yoktur” diye yanıtlamış. Bunun üzerine horozatlı horozdan kendisi inmiş ve bu kez Şav’a:
“Beni kulübeye taşı” diye seslenmiş. Şav:
“Öyle bir Adıge âdeti yoktur. Adıgeler’de gelen misafir hastaysa veya çocuksa kucakta taşınır. Başkası için bu yapılmaz. Kendin yürüyerek girmelisin”.
Horozatlı yürüyerek kulübeye girmiş.
“Bana yemek yedir” demiş.
“İşte o âdetimizdir” diyerek Şav, horozatlıyı güzelce doyurmuş. Fakat horozatlı durmadan “beni yedir, beni içir” diyerek olanı biteni silip süpürmüş ama hâlâ doymuyor, yine istiyormuş. Şav sonu gelmeyen bu istek üzerine usanmış ve horozatlıyı dışarı çıkararak sakalından bir ağaca bağlamış.
Derken akşam olmuş, ava giden arkadaşları dönmüş. Onlara “Gelin size bir şey göstereceğim, dün ve önceki gün yemeklerimizi bitireni yakaladım” demiş. Arkadaşlarını alıp kulübenin arkasındaki koca ağacın yanına götürmüş. Ama orada kimseyi göremedikleri gibi, koca ağacın yerinden sökülmüş olduğunu görmüşler. Şaşıp kalmışlar.
Sökülen ağacın sürüklenirken bıraktığı izi takip ederek epeyce yol almışlar. Sonunda izlerin bittiği yerde kocaman kovuğu olan dev bir çınar görmüşler.
Şav kovuktan içeri girmiş. Aşağı indikçe buranın derin bir kuyu olduğunu fark etmiş. Kuyunun dibinde dört köşeli bir yere gelmiş. Bakmış ki her köşede güzel bir kız oturuyor. Kızlardan ikisi ağlıyor, ikisi ise gülüyormuş. Şav merakla:
“Nedir bu haliniz? İkiniz ağlıyor, ikiniz gülüyorsunuz” demiş. Kızlardan biri:
“Biz hepimiz horozatlının esiriyiz. Şu ağlayan ikisini bugün yiyecek, onun için ağlıyorlar. İkimizi ise başka güne bıraktı, onun için sevinip gülüyoruz” demiş. Şav telaşla sormuş:
“Peki nerede o horozatlı şimdi?” Kızlar:
“Şu aşağıdaki evde dinleniyor. Seni görürse derhal öldürür ve yer. Sen onu öldürmeye kalkarsan senin kılıcın ona işlemez. Onu öldürebilmek için yattığı yerde, baş ucunda asılı kılıcı kullanmak gerekir”.
Şav gösterilen yerdeki odaya girmiş, parmak uçlarına basarak sessizce ilerlemiş, duvarda asılı kılıcı almış ve bir vuruşta horozatlının kafasanı uçurmuş. Sonra esir kızların yanına gelmiş, “artık özgürsünüz, horozatlıyı öldürdüm” demiş. Kızlar bu habere pek sevinmiş.
Şav kuyunun ağzına doğru, arkadaşlarına seslenmiş, bir ip sarkıtmalarını istemiş. Şav sarkıtılan iple kuyudaki altın, gümüş ve diğer kıymetli eşyaların hepsini yukarı çektirmiş. Kızları da bellerinden bağlayarak yukarı göndermeye başlamış. Kızların sonuncusu Şav’a:
“Arkadaşlarını iyi tanımıyorsan, onları daha önce sınamamışsan önce sen çık kuyudan, sonra beni çekersin” demiş. Şav ise:
“Hayır, seni burada yalnız bırakıp çıkamam. Senden sonra arkadaşlarım beni de çeker” demiş. Böylece dört kız da kuyudan çıkarılmış ve kurtarılmış.
Arkadaşları ipi tekrar aşağıya, Şav’a uzatmış. Şav’ı yukarı doğru biraz çektikten sonra ipi durdurmuşlar. Ve ağaçbükenle kayaburan kendi aralarında gizlice konuşmuşlar: “Bunu çıkarırsak hem kızlara, hem de altın ve gümüşlere ortak olur. Onun payını biz paylaşalım” demişler ve ipi keserek Şav’ı kuyunun dibine düşürmüşler. Kızları ve kuyudan çıkan eşyaları alıp uzaklaşmışlar.
Kuyuda tek başına kalan ayının oğlu Şav, ne kadar seslenmişse de yanıt alamayınca oynanan oyunu anlamış. Kuyu dibinde bulduğu ağaç parçalarıyla kazıklar yapmış, onları birer birer kuyunun kenarlarına çakıp, onlara dikkatle basarak yukarı çıkmaya başlamış. Ama ağaç kazıklar kuyunun ağzına yaklaşınca bitmiş. Şav beklemiş, bir geçen olursa diye. Arada bir sesleniyormuş ama bir yanıt alamıyormuş.
Derken üç gün sonra Şav at sesleri duymuş. Başlamış “İmdaaaat, can kurtaran yok mu” diye bağırmaya. Sesi duyan avcılar kuyuya yaklaşmış. Kuyudan aşağı ip sarkıtmış ve Şav’ı çıkarmışlar. Şav kendisini kurtaranlara çok teşekkür etmiş ve onlardan bu kurtarma olayından kimseye bahsetmemelerini rica etmiş.
Avcılar avlanmaya, Şav da yoluna gitmiş.
Günlerce, aylarca yollarda kalmış. Gezmiş, dolaşmış, kendisini kuyunun dibinde bırakıp kaçan arkadaşlarını aramış. Tanınmamak için rastladığı bir çobanla elbiselerini değişmiş. Şav bu çoban kıyafetiyle artık iyice tanınmaz hale gelmiş. Bir gün bir köye konaklamak için uğradığında büyük bir düğün yapıldığını görmüş. “Kim evleniyor” diye sormuş. Köylülerden biri anlatmış:
“Bundan altı ay önce köyümüze çok zengin iki adamla dört kız geldi. Bu iki zenginle kızlardan ikisi evleniyor, ikisi de hizmetkar olarak onların yanında çalışıyorlar”.
Şav kimseye belli etmeden düğünleri olan iki zengini ve hizmetçilik yapan kızları gidip uzaktan seyretmiş. Hizmetçilik yapan kızlardan biri, kuyuda kendisini uyaran; “arkadaşlarını daha nöce sınamadıysan kuyudan önce sen çık” diyen iyi kalpli, akıllı kızmış.
Ayının oğlu Şav, kendisine yapılan bu ihanetin cezasını vermek için ilk önce ağaçbükenin yanına gitmiş. Onu bir vuruşta yere yıkıp ellerini, ayaklarını bağlamış.
Sonra kayaburanın yanına gitmiş, ellerini öyle bir yakalamış ki kurtulmasına imkan yokmuş. Onu da iyice bağlamış.
Köylüleri çevresine toplayıp, kendisine yaptıkları kötülüğü anlattıktan sonra, ikisini de ayaklarından iki katırın arkasına bağlatmış. Katırları kamçılayıp hızla koşturmuş. Hayvanlar arkalarına bağlı olanlardan huylandıkları için tekme de atıyormuş. Böylelikle iki kötü kalpli, hain insanı öldürmüş.
Bu işi bitirdikten sonra, kuyudan çıkan bütün altın, gümüş ve değerli ne varsa hepsini almış, dört kızı da yanına alarak kendi köyüne gelmiş. Köylüye ve babasına işkenceyle iş yaptıran ve zorbalıkla köyün tarlalarını zapteden köyün beyini de öldürmüş. Getirdiği altın ve gümüşleri, zengin köy beyinin mal ve mülkünü köylüye dağıtmış.
Ayının oğlu Şav köyde adalete dayalı bir düzen kurmuş. Hem kendi ailesi, hem de köylüleri sonsuza kadar mutlu bir yaşam sürmüşler.
(Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
Adıge Pşısexer, s.182. Anlatan: Xhut Yerecıb Biram oğlu, 69 yaşında, Cacehable Köyü’nden. Derleyen: Xhut Şamseddin. Derlendiği yıl: 1969.
Bir ülkede yoksul mu yoksul, perişan mı perişan bir adam yaşarmış. Üstü başı yamalı yırtık, ambarı boş ve delik, kıtlık içindeymiş. Biraz da akıldan noksanmış. Yokluk canına tak etmiş. Bir gün Tanrı’nın yanına gidip, durumunu anlatmaya, yardım istemeye karar vermiş ve yollara düşmüş. Az gitmiş, uz gitmiş, derken ormanın içinde geniş bir açık alana ulaşmış. Alanın ortasında kocaman bir ayı inleyip durmakta, başını yerden yere, kuru topraklara vurmaktaymış.
Garip yolcu dayanamamış:
“Neden böyle kafanı yerden yere vurup duruyorsun? Yazık değil mi canına” diye sormuş.
“Sana ne bundan, sen ne karışıyorsun? Hem sen ne arıyorsun bakim buralarda, nereye gidiyorsun?”
“Ben çok yoksul, garip bir insanım. Artık hiçbir yaşama olanağım kalmadı. Bir şeyler yapması, yardım etmesi için yalvarmaya Tanrıya gidiyorum” demiş garip yolcu.
“O zaman Tanrıdan benim için de bir şey iste! Başım ağrıdan sızıdan çatlıyor, dayanamıyorum. İşte böyle gördüğün gibi kafamı yerden yere vuruyorum. O zaman acısı biraz kesiliyor. Derdime bir çare bulsun, sana söylesin. Sen de bana iletirsin. Ömrüm oldukça sana bal taşırım” demiş.
Garip yolcu:
“Peki, senin için de sorarım. Kısmet olursa cevabını da getiririm” diyerek ayrılmış, yoluna devam etmiş.
Az gitmiş, uz gitmiş derken, bahçesinde birçok meyve ağacı olan bir eve rastlamış. Eve misafir olmuş. Ev sahibi hoş karşılamış, çok iyi davranmış. Gece sohbet esnasında fakir adam yola çıkış nedenini anlatınca, ev sahibi:
“Madem ki Tanrıya gidiyorsun, benim de bir ricam var tanrıdan. Onu da öğrenip bana iletirsen sana çok teşekkür ederim” demiş. “Benim sıkıntım şu: Görüyorsun bahçemde pek çok ağaç var. Bu ağaçlar ilkbaharda rengarenk çiçek çar her taraf burcu burcu kokar. Sonra meyveye oturur, dalları kırılacak gibi meyve dolar taşar. Ama bir iki hafta geçmeden hepsi kurur, dökülür. Böylece birçok ağacım olmasına rağmen hiç meyve alamam. Yapmadığım şey kalmadı. Artık ne yapacağımı bilemiyorum. Ne yapmam gerektiğini tanrıya sorup öğrenirsen sevinirim” demiş.
“Peki” demiş garip yolcu, “senin bu dileğini tanrıya ulaştırırım!”
Ertesi gün tekrar yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, bir padişahın toprağına gelmiş. Muhafızlar yakalayıp garip yolcuyu kırala götürmüş. Büyük ve gösterişli bir konakta oturan kıral adama sormuş:
“Nereden gelip nereye gidiyorsun, nedir derdin?”
“Ben büsbütün çaresizlik ve perişanlık içinde kalınca, ne yapayım, tanrıya gideyim de derdime bir çare bulsun diye yola çıktım” demiş garip yolcu.
“Öyleyse benim de bir dileğim var tanrıdan, onu da ilet. Alacağın cevabı bana getirirsen seni çok memnun ederim” demiş kıral ve dileğini söylemiş: “Kırallık sürem uzun mu olacak yoksa kısa mı? Bunu öğren gel!”
Fakir yolcu kırala:
“Peki, tamam. Size söz veriyorum. Dileğinizi tanrıya ulaştıracağım ve alacağım cevabı size getireceğim” demiş.
Bir gece kıralın ülkesinde misafir kaldıktan sonra ertesi gün erkenden yola çıkmış. Az gitmiş, uz gitmiş büyük bir ırmağa rastlamış. Irmağın kenarına gelmiş karşıya nasıl geçeceğini bilemeden bir aşağı bir yukarı gidip gelmeye başlamış. Bu sırada ırmağın karşı tarafında iri yarı bir adam görünmüş.
“Hey yabancı! Oralarda ne dolaşıp duruyorsun? Ne istiyorsun? Nereye gidiyorsun” diye sormuş iri yarı adam.
“Sormayın, böyle yoksul, perişan halime bir çare bulur umuduyla tanrıya yalvarmaya, danışmaya gidiyorum”.
“Onun cevabını ben vereyim sana” demiş iri yarı adam, “Senin yoksulluğunun sona ermesi ve rahat bir hayata kavuşman için önce akıllı olman lazım. Aklın olmadıkça zengin olamazsın. Ayrıca aklını da iyi kullanmasını bileceksin. Akıllı olup aklını yerinde kullanırsan fukaralık ve perişanlığın biter” demiş.
Tanrıyı arayan adam:
“Benim derdime çare buldun. Sağ ol! Sana çok teşekkür ederim. Ancak yola çıktığımda rastladığım ve bazı dileklerini tanrıya ulaştırmamı isteyen dilek sahipleri var. Onların isteklerini söylersem çaresini bana anlatır mısın? Çünkü ben onlara söz verdim. Alacağım cevabı onlara götürmem gerek” demiş.
“Tabii söylerim” demiş iriyarı adam, “yapmaları gereken her şeyi anlatırım, sen de onlara iletirsin”.
Bunun üzerine garip yolcu başlamış anlatmaya:
“Ben buraya gelirken bir ayıya rastladım. Şiddetli baş ağrısı çekiyor, hafifletmek için kafasını yerden yere vuruyordu. Bu ağrıyı gidermek için çare soruyor.
Beni konuk eden bahçe sahibi bir adam: Ağaçlara iyi baktığı halde bir türlü meyve vermediklerini bunun nedenini sorup çaresini istiyor.
Yolda beni misafir eden bir kıral da kırallık süresinin uzun mu yoksa kısa mı olacağını merak ediyor.
Bu sözleri dinleyen iriyarı adam:
“Ayının baş ağrısının geçmesi için delinin birini yemesi lazım. Bir deli bulup yerse bir şeyi kalmaz.
Bahçesinde bol meyve ağacı olan adama söyle, o bahçenin altında altın damarı var. O altın damarları ağaçların köklerine zarar veriyor. Bahçeyi kazsın altınları çıkarsın, ağaçlar çok güzel meyve vermeye başlayacaktır.
Kıralın saltanat süresine gelince, bu soruyu soran aslında kıral değil kıraliçedir. Yani kadındır. Ama bunu kendisinden başkası bilmiyor. Onun kadın olduğu meydana çıkıncaya kadar saltanatı devam edecektir. Ne zaman ki bu belli olur, o zaman kırallığı sona erer” demiş.
Böylece sorularının hepsinin cevabını alan garip yolcu iriyarı adama çok teşekkür etmiş. Geri dönerek yola koyulmuş. Önce kıral ülkesine gelmiş, muhafızlara kıralla özel görüşme yapmak istediğini söylemiş. Kendisini kırala çıkarmışlar. Kıral adamı hemen tanımış ve özel odasına almış. Fakir adam kırala:
“Değerli sultanım! Siz aslında erkek değil kadınmışsınız. Kırallığınızın süresi kadın olduğunuz anlaşılıncaya kadardır. Kadın olduğunuz ortaya çıkınca saltanatınız sona gerecekmiş” demiş. Bunun üzerine sultan:
“Benim bu durumumu senden başka bilen yoktur. Gel, benimle evlen, kırallığı da sen üzerine al. Sen de ben de rahat bir hayat sürelim” demiş. Ama bizim hak yolcusu:
“Çok teşekkür ederim ama bunu kabul edemem. Çünkü benden dertlerine çare bekleyen, söz vermiş olduğum kimseler var. Onların dileklerini yerine getirmeye söz verdim” demiş ve oradan ayrılmış.
Uzun süren bir yolculuktan sonra, bahçesi meyve vermeyen bol ağaç dolu adamın evine ulaşmış. Adam tanrı yolcusunu güzel karşılamış. Yemeklerini yedikten ve biraz dinlendikten sonra ev sahibi sormuş. Bizim gariban yolcu, ev sahibine:
“Senin bahçenin altında altın damarı varmış. Bu damarlar ağaçların köklerinin gelişmesine engel oluyormuş. Bahçeyi kazıp altınları çıkarırsan ağaçların bol ve güzel meyveler verecekmiş” demiş. Bu sözleri duyan ev sahibi:
“Sen benim dileğimi tanrıya ulaştırdın ve çaresini bulup getirdin. Gel burada kal,, bahçeyi birlikte kazalım. Çıkan altınları da paylaşalım, yarısı senin yarısı benim olsun. Büyük bir çiftlik kuralım, ömrümüz boyunca rahat bir hayat süreriz” demiş.
Garip hak yolcusu:
“Sağ olasın, buna benim ihtiyacım yok, hem ben artık aklımı kullanmasını öğreneceğim, hem de benden derdine çare için haber bekleyen ayı var, ona gidip derdine çare olmalıyım” demiş. Bir gece misafirlikten sonra yola çıkmış. Gide gide doğruca ayının bulunduğu ovaya varmış. Ayıyı bulmuş. Fakir yolcuyu tanıyan ayı sevinerek:
“Ne haber getirdin? Çabuk anlat!” demiş. Hak yolcusu olan bizim garip:
“Sen deli bir adam yersen baş ağrın geçermiş. Şimdiden bir deli bulmaya çalış” diye tembih etmiş. Ayı:
“Başka neler gördün, başından neler geçti? Tanrıyı nasıl buldun? Bütün bunları anlat bana, böylece başımın ağrısı da biraz hafifler” deyince, tanrıyı arayan adam, başından geçen olayları bir bir anlatmış. Kadın olan kıralın teklifini, altın damarlı bahçeyi ve sahibinin teklifini ve kendisinin verdiği cevapları da eksiksiz anlatmış. Olup biteni hayretle dinleyen ayı:
“Ben senden daha delisini bulamam” demiş ve adamı bir vuruşta yere yıkmış, parçalayıp yemiş.
O günden beri ayının başı artık ağrımazmış. Bu masal da hep böyle anlatılır dururmuş.
(Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
Adıge Pşısexer, s.179. Anlatan: Şşeweş’ü Hacmos Hacebiy oğlu, 63 yaşında. T’uapse İlçesi’nden. Derleyen: Xhut Şamseddin. Derlendiği yıl: 1974.
Çok zengin bir ailenin evde kalmış, geçkin bir kızı varmış. Kız güzel olmaya güzelmiş ama o kadar şımarık, tembel ve hımbılmış ki, odasından avluya bile çıkmazmış. Hasta gibi hep yatağında oturur, yatar, yemeğini bile yatağına getirtirmiş. Bu hımbıllığı yüzünden hiçbir delikanlı kendisiyle evlenmeyi düşünmüyor, ilgilenmiyor hatta kimse gelip ona kur bile yapmıyormuş.
Başka köyden bir delikanlı kızın bu halini duymuş ve kendi kendine “ben onun hakkından gelirim” diye düşünmüş ve bu kızla evlenmeye karar vermiş. Bir gün gelip anne ve babasından kızı istemiş. Ona:
“Kızımız ev kadını olacak biri değildir, çok tembel ve huysuzdur. Tembelliği nedeniyle gece gündüz yatağından çıkmadığından tuluk gibi şişip kalmıştır. Biz evladımız olduğu için kıyamıyor, zorunlu olarak çekiyoruz ama onunla evlenmeye kalkmak akıl kârı değildir. Bir başkası onun kahrını çekemez” demişler.
Delikanlı:
“Onun tembelliği benim için dert değil, onunla evlenmeme izin verin, sizin baktığınız gibi ben de bakarım” demiş.
Anne babası:
“Peki, maden onunla geçinmeyi göze alıyorsun, sen bilirsin. Bizden günah gitti, al götür, ama sonra bize kusur bulma” demişler.
Bunun üzerine delikanlı ailesinden izin alıp, kızla konuşmak ve ona evlenme teklif etmek üzere odasına girmiş ve dileğini kıza söylemiş. Kız:
“Seninle evlenirim ama beni köyüne sırtında götüreceksin. Ayrıca burada nasıl yatağımdan çıkmadan yaşıyorsam beni öyle yaşatacaksın. Ben hiç iş yapmam, benden yemek, çamaşır gibi işler bekleme” demiş.
Delikanlı:
“Pekala, kabul. Bakarım, zaten bu durumunu bilerek sana talip oldum” demiş ve kızı sırtına alarak köyüne götürmüş. Babasının evindeki gibi yatağa yatırmış, bakmaya başlamış. Yemek zamanı gelince delikanlı yemek yapıp götürüyor, yatağında yediriyormuş. Birkaç gün böyle devam etmiş.
Bir gün delikanlı ormandan odun getirip eve döndüğünde, karısının yatağının karşısındaki, her zaman oturduğu, yattığı divanda kedinin yattığını görmüş.
“Kalk git bu divandan” demiş kediye, ama kedi nereden anlasın, anlamamış ve aldırmamış. Kedi divandan kalkmayınca:
“Ben bir dediğimi bir daha tekrarlamam” diyerek kamasını çekmiş, hımbıl kızın gözleri önünde kediyi öldürüp dışarı atmış ve yerine oturmuş.
Delikanlı yine bir gün ava gitmiş. İyi cins iki av köpeğinden birini yanına almış, diğerini evde bırakmış. Avdan döndüğünde, evde bıraktığı köpek sahibini üzerine atlayarak sevinçle karşılamış. Delikanlı köpeğe:
“Defol başımdan, üzerime atlayıp durma” demiş.
Köpek aldırmamış, sahibinin bir önüne bir ardına zıplayarak oynamak istiyormuş. Delikanlı:
“Ben bir dediğimi bir daha tekrarlamam” diyerek tüfeğini çıkarmış ve köpeği vurmuş.
Bir süre sonra delikanlı hımbıl karısına:
“İstersen seni annenin babanın yanına gezmeye götüreyim” demiş. Kadın buna pek sevinmiş ve “peki” demiş. Delikanlı yolluklar hazırlamış, atları arabaya koşmuş, karısını da arabaya taşıyıp oturtmuş ve yola çıkmışlar. Gidecekleri köye yakın bir yerde delikanlı:
“At yoruldu galiba, biraz dinlendirelim”, diyerek arabayı durdurmuş. Atı çözmüş, yemlemiş, kendisi de bir ağacın altına oturmuş. Bir süre sonra delikanlı “artık yola çıkalım” diyerek atı arabanın yanına getirmiş. Fakat hayvan bir türlü arabaya koşulmak istemiyormuş.Delikanlı:
“Gir şu koşuma, huysuzluk etme” demiş ama hayvan bu, anlamamış yine koşuma girmeyince:
“Ben bir dediğimi bir daha tekrarlamam” diyerek tüfeği çekip atı vurmuş. Karısına dönerek:
“Hadi bakalım, atın yerine sen geçeceksin, koşuma gir” demiş.
Hımbıl kadın:
“İstediğini yapmazsam bu adam beni de vurup öldürecek” diye korkarak arabanın koşumunu boynuna geçirmiş, arabayı çeke çeke köye götürmüş.
Köydeki evlerinin kapısına gelince, kızlarının arabaya koşulu olduğunu gören anne babası çok şaşırmış.
“Sen yataktan hiç çıkmaz, yerinden kımıldamazdın, şimdi at gibi araba çekiyorsun, ne oldu sana” diye sormuşlar. Hımbıl kız:
“Kocam çok sert bir adam. Bir dediğini bir daha tekrarlamıyor, sözünü dinlemeyeni ya kamayla ya tüfekle vurup öldürüyor. Arabayı çekmeseydim beni öldürürdü. Aman siz de ne derse yapın, karşı çıkmayın” demiş.
Kızlarını eve, damatlarını konuk evine almışlar. Birkaç gün kaldıktan sonra damat, “artık gidelim” diyerek izin istemiş.
Kaynanası çok güzel yolluklar hazırlamış. Oğlunu da yaylada otlamakta olan atı getirmesi için göndermiş. Damat onu beklemeden karısına:
“Haydi arabayı getir” demiş. Karısı hemen gitmiş, at yerine kendini koşup arabayı getirmiş. Annesi üzülerek:
“Kızım, atımız yok değil, arabayı neden sen çekiyorsun? Biraz sonra oğlan atı getirecek, biraz bekleyin” demiş. Kız:
“Ben ölmek istemiyorum anne, kocam bir söylediği sözü bir daha tekrar etmez, işin ucunda ölüm var” demiş ve arabayı çekerek köyden çıkmışlar. Köylüler hımbıl kızın nasıl bu hale geldiğine hayret etmişler. Biraz sonra yolda kızın erkek kardeşi atı yetiştirmiş. Ablasının yerine atı koşmuşlar ve yollarına devam etmişler.
Miskin ve tembel kadın bundan sonra ülkenin en akıllı ve fedakar, en yardımsever, en çalışkan kadını olarak ün salmış ve öyle anılır olmuş.
(Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
Adıge Pşısexer, s.172. Anlatan: Xhut Yerecıb Biram oğlu, 60 yaşında, Cacehable Köyü’nden. Derleyen: Xhut Şamseddin. Derlendiği yıl: 1960.
Bir zamanlar köyün birinde çok övünen ve palavra atan bir adam yaşarmış, “Ben istediğim zaman Allah’la konuşabilirim, istersem yağmur yağdırır, istersem kuraklık yaratırım” dermiş.
Büyük bir kuraklık baş gösterince köylüler gidip adama yalvarmış:
“Ne olursun acı bize, Allah’la konuş da yağmur yağdır!”
Palavracı adam bunu yapamayacağını bildiğinden, kurtulmak için bir çare düşünmeye başlamış.
“Öyleyse yarın akşamüzeri köylülere soralım, uygun görürlerse yağdıralım” demiş, “sığırtmacın dönüş vaktinden biraz önce tepeye çıkın da kendi aranızda konuşup anlaşın”.
Ertesi akşamüzeri köyün ileri gelenleri söylenen vakitte sığırtmacın yamacında toplanmış. Köylülere:
“Ey ahali, benden böyle bir ricada bulundular. Sizler de uygun buluyorsanız, yerine getirmeye çalışacağım. Hepiniz yarın yağmur yağmasını istiyor musunuz?”
Köyün yaşlıları kendi aralarında homurdanmaya başlamış:
“Benim yarın ot çekmem gerekiyor” demiş biri.
“Ben yarın yola çıkacağım. Aman ha yağmur yağmasın, yağacaksa da yarından sonra yağsın” demiş bir başkası.
Palavracı adam bu durum karşısında:
“Görülüyor ki herkes yarın yağmur istemiyor, öyleyse yarından sonra toplanıp bir karar verelim” demiş.
Kararlaştırılan gün herkes yine aynı yerde toplanmış. Palavracı ayağa kalkıp söz almış:
“Ey ahali, yarın yağmur yağdırmamı hepiniz istiyorsanız, ricanızı yerine getireyim” demiş.
Köyün yaşlıları yine kendi aralarında homurdanmışlar:
“Yarın bizim düğüm-nümüz var, aman ha yağmasın” demiş biri.
Bir diğeri:
“Yahu yarın bizimkilerin çamaşır günü. Yıkanan çamaşırların kuruması lazım, yarın kesinlikle yağmur istemeyiz, eğer yağdırırsan var ya ömür boyu bir daha konuşmam seninle” demiş bir başkası. Böylelikle köylüler yine fikir birliğine varamamış.
Palavracının istediği de zaten buymuş. Ayağa kalkıp, yağmur isteyenlere hitaben:
“Arkadaşlar! Kusura bakmayın, görüyorsunuz, bir kısmınız yağmur istiyor, bir kısmınız istemiyor; bu durumda benim yağmur yağdırmam doru olmaz, işi oluruna bırakalım” demiş ve palavracılığına bir zarar getirmeden işin içinden sıyrılmış, dönüp muzaffer komutan edasıyla şişine şişine evine gitmiş.
(Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
Adıge Pşısexre, s.167. Anlatan: Hamtexhu Ayub, Pçıhal’ıkhuay Köyü. Derlendiği yıl: 1935. Derleyen: Tsey İbrahim.
Köyün birinde yaşlı bir karı koca yaşarmış.
Bir gün, “Şu bizim kart horozu keselim de kendimize bir ziyafet çekelim” demişler. Kadın kümesten horozu yakalayıp çıkarmış, kocası kesmiş, kadın tüylerini yolup temizlemiş, etleri parçalayıp şıwana* koymuş, pişirmek için ocaktaki çengele asmışlar. Altına da ateş yakmışlar.
Akşam üstü su tam kaynamaya başlamışken evlerine genç bir misafir gelmiş. Karı koca horozun etine ortak olacağı düşüncesiyle misafir gelmesine pek memnun olmamışlar. Çerkesler’in en yoksulu dahi konuk ağırlamaktan hoşnut olduğuna göre bunların kim olduğunu anlamak kolay değil elbette ama her nasılsa açgözlü birileri olmalı.
Akşamüstü konuğa süt, yumurta, peynir vb. hazırda ne varsa çıkarmışlar. Erken yatması için yatağını da sermişler. Böylelikle pişmiş horozun etini karı koca kendi başlarına yemek niyetindelermiş. Ancak konuk da bunu sezinlemiş, gelip ocağın başına oturmuş. Onlarla sohbete başlamış. İçinden de “bu açgözlü karı kocaya bir güzel ders vermeli diye geçiriyormuş. Kafasından bir plan kurmuş.
Sohbet sırasında kadın kocasına:
“Ocağın ateşi sönmek üzere, git de biraz odun getir!” demiş. Adam odun kırıp getirmek için dışarı çıkmış. Biraz gecikince “Nerede kaldı bu adam” diyerek karısı da arkasından çıkmış. Misafir bunu fırsat bilerek, şıwandaki pişmiş horozu aceleyle çıkarmış ve serilmiş yatağın yorganının altına saklamış. Onun yerine odanın bir köşesinde bir leğen içinde suya bastırılmış duran bir çift çarığı getirip şıwanın içine atmış ve gelip yerine oturmuş.
Çok geçmeden karı koca kucaklarında odunla odaya girmişler. Ocağa odun atarak ateşi artırmışlar. Evin erkeği, misafirin pek yatmaya niyetli olmadığını görünce konuşup vakit geçirmeye başlamış. Sohbet sırasında adam misafire sormuş:
“Sen kaç yaşındasın oğul?” Misafir:
“Horoz kukuriku diye ötmeyi kesip, onun yerine çarık fokur fokur ses çıkararak kaynamaya başladığında ben tam yirmi beş yaşına girmiş oluyorum” demiş.
Karı koca:
“Ne garip şey bu senin söylediğin söz yahu? Biz hayatımızda böyle bir bilmece ile yaş söylendiğini ilk kez duyuyoruz. Hiçbir anlam veremedik” diye gülüşmüşler.
Misafir:
“Çok geçmeden anlarsınız” demiş ve izin alıp yatmak istemiş. Yatağa girerek yorganı başına çekmiş, önceden yorganın içine sakladığı pişmiş horozu yavaş yavaş ses çıkarmadan yemeye başlamış. Bir taraftan da tam uyumuş gibi yaparak horlama numaraları yapmış.
Karı koca biraz vakit geçtikten sonra, “misafir artık iyice uyudu” diyerek sessizce şıwanı ocaktan indirmiş. Bakmışlar ki şıwandaki su kapkara.
Adam:
“Horozu kaynata kaynata kararttık galiba” demiş. Kaşığını şıwana daldırıp bir parça koparıp ağzına atmış. Çiğnemiş çiğnemiş ama bir türlü dişleri eti kesmiyormuş. Karısına:
“Yahu bu et çarık gibi olmuş, dişlerim bir türlü kesmiyor” demiş.
Kadın kocasının ağzına baktığında şaşırmış, gidip evin bir köşesinde duran leğene bakmış ki kocasının ıslatmak üzere koyduğu çarıklar yerinde değil. Hızlı adımlarla kocasına yaklaşmış:
“At o çiğnediğin şeyi, o senin eski çarığının bir parçası” demiş. Adam ağzından çarık parçalarını çıkarmış, çok fena olmuş. Karı koca ne yapacaklarını şaşırmış. Ama misafir gencin bilmece şeklindeki yaş bildirme meselesini anlamışlar. Yaptıklarından utanarak gidip yatmışlar. Ertesi gün de hiçbir şey olmamış gibi konuklarını yolcu etmişler.
*Şıwan: Çerkes tenceresi
(Çerkes Masalları, Türkçesi M.Yasin Çelikkıran-TEŞÜ, Kafkas Derneği Yayınları, 2001)
Cerkesya.org Çerkesler ve Kafkasya hakkında güncel haberler, Çerkes Kültürü ile ilgili her türlü görsel ve yazılı materyallerin bir arada bulunduğu, Çerkes Kültürünü gelecek nesillere aktarmayı amaç edinmiş hiç bir kurum ve kuruluşla bağı olmayan sadece Kuzey Kafkasya Halklarına taraf bir portaldır.
Ara 02, 2018 Rate: 0.00
Oca 26, 2019 Rate: 0.00
Oca 25, 2019 Rate: 0.00